Makale

ELİF’İN KIRMIZI SAATİ

ELİF’İN KIRMIZI SAATİ

Nermin Yılmaz

Hayat denilen yolun meğer ne çok yönü, sınavın da ne çok çeşidi varmış. Yaklaşık sekiz yıldır yol ettiğim Onkoloji Hastanesi’ne dört aydır daha da sık, hemen her gün gider oldum. Ameliyat, tetkik, ışın, ilaç rutinim olmaya başladı.

İnsanız ya hayatımızın her döneminde kendimize takılıp kalacağımız, mutsuz olacağımız, isyan edeceğimiz bir şeyler bulmakta bayağı maharetliyiz. Ve nimetleri görmeme, azımsama, tek derdin kendimizde olduğunu sanıp kendimize acıma konusunda da… Oysa nimetler gözümüzün önünde bir sergi edasıyla kıymet bilir nazarların üzerlerine çekilmesini bekliyor. Azımsanamayacak kadar da çoklar. Bizse açık kapılara bakıp mutlu olmak yerine kapalı belki tek bir kapımızın önüne dikilip kendimize yaslar, matemler, acılar buluyoruz. Demiyoruz ki kapının kapalı olması bizi bir şeylerden koruyor olabilir mi? Demiyoruz ki gereğini yapıp teslim olmak, yapılacak başka gerekler var mıydı diye “keşke”lerin ağına dolanıp kalmaktan iyi değil mi? Bilemiyoruz işte, insanız. Keşke bilsek…

Ben yine kendi kapalı kapımın ardında; annemin vefatıyla emanetini aldığım ağabeyimin uzun zamandır devam eden kanser tedavisi için didinip duruyorum. Ağabeyimin gördüğü ışın tedavileri sırasında hastane koridorlarında beklerken kendimden ve kapalı kapılarımdan başkasını görmüyor, kendimi bir an önce eve atmanın hayallerini kuruyorum. Hâlbuki Rabbim, dermanını vermediği derdi yaratmıyor, vermediğini istemiyor. Kolaylığını yaratmadığı zorluğu kulunun omzuna yüklemiyor.

Bu gelgitli düşüncelerle üzgün gönlümü, yorgun bedenimin gömlek cebime koyuyor; ışın odasının önündeki oturaklara kendimi bırakıyorum. Oturuşumda kalkışımda etrafa dünyanın derdi bende tavrımı saçıyorum. Bir yandan da gayriihtiyari etrafa bakınıyorum. Otuzuna varmamış gencecik bir baba, çiğdem topuzu gibi minicik saçsız kafasını babasının omuzlarına bırakmış üç yaşlarında solgun bir çiçek... Bugün manzaramda onlar var. Küçüğün incecik kolundan itibaren morarmış elinin üstünde damar yolu açık olsun diye bir iğne takılı. O minicik parmakları küçük bir krem çikolatayı sımsıkı tutuyor. Baba, üzüntü ile merhamet duyguları arasında habire volta atıyor. Kalbime doldurabildiğim kadar şükür duygusu ile bir o kadar da üzülerek yanımda cereyan eden bu ibret dolu sınavı izliyorum.

Çocuk:

“Baba, çikolata verdi doktor teyze, yemekten çıktı sürprizmiş.” diyor suçluluk ve utanç ile. Belki de hastalığına bu çikolatayı yakıştıramıyor. Babası onun tüm bu hâlini merhametiyle karşılayıp muzip bir cevap veriyor:

“Öyle mi canım, yeriz sonra. Bugün benim doğum günüm ya hani.”

“Hayır, benim doğum günüm bugün baba.”

“O zaman sen prenses elbisesi giyersin.”

“Olur. Bugün ikimizin doğum günü olsun, tamam mı baba?”

“Tamam, sen ne dersen tamam canım.”

Babanın bu son cümlesindeki ifadesi bendeki tüm dirayet kalelerini yıkıveriyor. Annemin vefat ettiği, ağabeyimin kanser olduğu ve bunlar gibi hayatımda acı diyebileceğim tüm haberleri baştan alıyorum sanki, o anları yeniden yaşıyorum.

Bir ara babayla dertleşiyoruz. Anlatıyor baba:

“Elif Zeynep kızımın adı. Üç yaşında. On aylıkken başladı bu hastalık, sinir sistemi kanseriymiş.”

İki kere beyninden ameliyat olmuş Elif. “Şimdilerde çiçeğimin içi bomboş, çürük.” dedi babası, böbrekleri alınmış. Karaciğerine ve sonra da tüm vücuduna dağılmış. Şimdi bacaklarından ışın alacakmış. Annesini soruyorum,

“Dışarıda bekliyor, hamile, malum zararlı buralar.” diyor.

Bizimki başka, herkesin hikâyesi başka. Zorun zoru var. Zor deyip altında ezildiğin yüke ve hâline şükrettirecek...

İnsan bulunduğu yerde âdetler oluşturuyor. Hastanenin bu bölgesinin de bazı âdetleri vardır. Umut dünyası ya, sorarız birbirimize:

“Senin kemoterapin ne zaman?”

“Benim ışın ne zaman bitiyor?”

Soruyorum Elif’in babasına da, ne zaman bitiyor diye. Gözleri dolu dolu oluyor,

“Bitmez bizimki teyze.” diyor.

Aman Allah’ım! Ne dertler var yine de sabırla baş ettirdiğin. Utanmak kelimesi vücut bulmuş olsa benim koluma girip yerin yedi kat altına sokardı beni herhâlde o an. Sağa sola bakıp gidecek yer, sığınacak mazeret ararken bir doktor yaklaşıyor yanımıza. Bizim doktorumuz değil bu ama yine de ortamın grisine bir pencere açar umudu doluyor içim. Bir şeyler söyler, bir şeyler yapar konu unutulur diyorum. Konu yanı başımızda olanca masumiyetiyle, adı Elif olmuş otururken umudumun yersizliğinin farkındayım aslında. Doktor Elif için gelmiş. Ortamın grisi siyaha dönüşüyor. Elif’imi uyutmak için damar yoluna ilaç sıkıyor. Yarı uykulu tomurcuk, yüreğimi dağlayan o cümleyle uyuyor:

“Baba iyileşince koluma kırmızı saat çizer misin?”