Makale

BİR POŞETE SIĞAN HAYAT

BİR POŞETE SIĞAN HAYAT

Münevver Serim Güngör
Ankara Yenimahalle Uzman Vaizi

Uçsuz bucaksız gökyüzünün, engin denizlerin ve özgürlüğün rengi olmuştu mavi. Renklerin de bir anlamı olduğunu bir daha tecrübe ettim cezaevinde. Koğuşların rengi, demir parmaklıkların rengi, ziyaret kabul yerinin rengi hep maviydi. Mavi, cezaevindeki mahkûmların özgürlüğe kavuşma umudunun rengiydi.

Gün yeni aymaya başladığında cezaevinin yolunu tuttum. Güneşin doğuşunu, hayatımıza aydınlık katışını seyrederken cezaevinde kim bilir kaç kişi yıllardır güneşin doğuşunu seyredemiyor düşüncesi ile kampüs içi yürüme yolumu tamamladım. Güvenlikten, kontrolden geçtikten sonra içeri girdim. Her zaman bizleri güler yüzle karşılayan infaz baş memuru Fatma ile selamlaştım, bir bardak çay ikimizin de sohbetine tat kattı, öncelikle gitmem gereken koğuş olup olmadığını sordum. Koğuşların birinde yakın zamanda sevk ile gelen orta yaşlı, kimi kimsesi olmayan bir kadın mahkûmdan bahsetti. Koğuş olarak önce oraya gitmeye karar verdim. Sabahın erken saatinde “Acaba ayakta bulabilir miyim?” düşüncesi ile koğuşun kapısına geldim. Görevli infaz memuru koğuşun kilitli kapısını açtı, ortak kullanım alanında camın kenarında, ayağında şalvarı başında yazması sırtında yeleği ile elini yüzünün kenarına yaslamış, oturmuş dışarıyı seyreden bir kadın vardı. Seyrettiği cam pencere mavi parmaklıklı ve havalandırma diye adlandırılan yalnızca gökyüzünün göründüğü, beton duvarlarla çevrili bir alandı. Ne güneşin doğuşunu görebiliyordu ne de dağları, oysa oturup derin derin seyredişinden bir manzara seyreder zannedersin. İşte karşı betonda umutlarını, hayallerini, belki cezaevine düştükten sonra onu terk eden yakınlarını seyrediyordu özlemle. Kim bilir o daracık yerde geniş hayallerini, zihin dünyasını, belki geçmişin hesabını, keşkelerini, hak isteyeceklerini, hakkını ödeyeceklerini… Daha başka neler neler... Yıllara sığdıramadıklarını bir duvara sığdırmaya çalışıyordu.

“Selamün aleyküm.” diyerek yanına doğru yaklaştım. Elini yüzünden çekti, yüzünde derin çizgiler oluşmuş ve bakışları umudunu yitirmiş bir hâlde boş boş bakıyordu. “Aleyküm selam.” dedi. “Tanışabilir miyiz? Ben cezaevi vaizi Serim Hoca, sizinle tanışmaya hâl hatır sormaya geldim.” dedim. Kendisiyle ilgilendiğimi görünce yerinden kalktı “Buyur hocam hâlimi hatırımı sormak için ziyaretçim gelmeyeli aylar yıllar oldu, buyur gel.” dedi yanındaki oturma yerini gösterdi. Birlikte oturduk, tanıştık Gülsüm teyze ile. Etrafında insanlar vardı ama insanlar arasında yalnız kalmıştı. Hangi suça karışmıştı onu bilmem ama benim gördüğüm yalnızlık, kimsesizlik ve çaresizliğin onun omuzlarına ağır gelmeye başlamış olduğuydu. En çok üzen de bir oğlu olmasına rağmen canından parçasının dahi onu aramaması, sormamasıydı. Sahipsizlerin sahibi, çaresizlerin çaresi Allah’tan bahsettim, “Amenna.” dedi ve bir gönül bağımız oluşmaya başladı Gülsüm teyze ile. Mahkûmlar “Cezaevinde paran, gücün, popülerliğin varsa etrafında insanlar toplanır; bunlar yoksa garibanlığını çok hissedersin.” diyorlar. İşte, Gülsüm teyze tabiri caizse gariban hissetmişti.

Berat Kandili’ne birkaç gün kalmıştı Gülsüm teyzenin koğuşuna gittim. Önce Kur’an-ı Kerim okudum, sonra dua ettim, daha sonra da Berat Gecesi’nin öneminden, o geceye ulaştığımızda kulluğumuzu gözden geçirmemiz gerektiğinden bahsettim. Gülsüm teyze ilgi ile dinledi. Ben Kur’an-ı Kerim okurken sadece gözyaşını akıtırdı, hiçbir şey söylemese de o gözyaşları içindeki duyguları anlatırdı. Duaya âmin derken gözünden yaşlar süzülürdü. “Hocam ne güzel Kur’an okuyorsun. Sen gelince, Kur’an okuyunca, ayrı bir huzur geliyor koğuşa. Sen dua edince ben kendimi iyice güçsüz buluyorum. Ben hiç öyle sözler bilmiyorum. Sen olmadan dua edince ‘Ya Rabbi hocamın duasından.’ diyorum.” dedi. “Gülsüm teyze sana Kur’an-ı Kerim okumasını öğreteyim mi?” dedim. Önce heyecanlandı sonra mahzunlaştı. “Hocam ben okuma yazma bilmem ki Kur’an’ı da öğrenemem.” dedi. “Okuma yazma bilmeden de Kur’an öğrenilir. Ben sana öğretmek için yardımcı olurum. Yalnız cezaevinde okuma yazma kursu da var. Oraya da devam et, okuma yazma da öğrenirsin.” dedim. Elini şöyle boş boş salladı “Benden geçti gayrı.” dedi. Ama ben her gidişimde ona namaz kılmayı öğrettim, sure ezberlettim. “Hocam sen bana hem hoca hem evlat hem ana hem arkadaş oldun. Yolunu gözler oldum.” diyerek bu dar yerde benimle teselli olduğunu dile getiriyordu. Ben koğuş sohbetlerinden sonra Gülsüm teyzeye özel vakit ayırıyordum. Gülsüm teyze önce vakit namazlarını kılmaya başladı. Sonra da kaza namazlarına başladı düzenli olarak. İbadetine önem verdi. Hayatına anlam geldi.

Gülsüm teyze Ankara’ya başka yerden sevkle gelmişti, gün geldi açık cezaevine gitme vakti geldi. İnfazdan yazısını almıştı, açık cezaevine gidecekti. Hem heyecanlı hem de üzgündü. Çünkü okuma ve yazması olmayan Gülsüm teyze Ankara’yı da bilmiyordu, daha önce Ankara’da yaşamamıştı ve açık cezaevine nasıl gideceğini düşünüyordu. Kurum müdürü benden rica etti: “Hocam Gülsüm hanımı çıkışta terminale bırakır mısın?” dedi. Ben memnuniyetle kabul ettim ve endişelenen Gülsüm teyzenin yanına gittim: “Gülsüm teyze bak seni güvenlikteki asker cezaevinden alıp nizamiyeye bırakacak sen hiç endişelenme ben seni nizamiyede bekleyeceğim seni oradan alıp otogara götürüp gideceğin yerin otobüsüne bindireceğim.” dedim. Sevindi, gözleri doldu, endişesi azaldı. Akşama doğru Gülsüm teyzenin yazışmaları bitti ve çıkışa getirdiler. Ben orada araçla bekliyor ve merak ediyordum: On yıl kapalı ceza evinde kalan birisi dışarı çıkınca ne yapar? Hani o, koğuşun havalandırma duvarına bakarak hayaller kuran, o duvarın ardındaki dünyayı görmeye çalışan, bütün dünyası bir binayı aşmayan ve bunu kendisine normalleştiren kişi; gerçek dünyayı görünce, dağları, taşı toprağı görünce hangi davranışı sergiler, ne hisseder? Gözlemlemeye başladım. Gülsüm teyze ring aracından inince beni gördü. Elinde siyah bir poşete koyduğu özel eşyaları vardı. Yanında taşıyabileceği küçücük bir poşete sığdırmıştı âdeta dünyasını. Yaşlı olmasına rağmen bana doğru koşarak geldi. Hemen arabanın kapısını açtı, sanki onu asker tekrar alıp götürecek korkusu var gibi. Hızlıca arabaya binmeye çalışınca: “Gülsüm teyze, dur hemen araca binme. Etrafına bak; dağlara, gökyüzüne, ağaçlara, çevrene bak. Sen şuan özgürsün bunu hisset.” dedim. Durdu, etrafına, gökyüzüne baktı; gözlerini kapadı ve derin bir nefes çekti içine: “Hocam özgürlük ne güzel kokuyormuş.” dedi.

İşte özgürlüğün kokusu varmış, mis gibi kokarmış. Bunu Gülsüm teyzeden öğrendim. Bir derin nefes daha aldı etrafına baktı, gökyüzünü, dağları, evleri seyretti. Gözleri doldu, kim bilir neler saklıydı o derin nefeslerinde. Tekrar alınıp içeri götürülecekmiş paniği gitmişti, sakinleşti, arabaya bindik.