Makale

OSMANLI’DA HAC YOLLARI

OSMANLI’DA HAC YOLLARI

Nermin TAYLAN

Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren Allah (c.c) yolunda gaza ve cihat ederek İslam’ı yaymayı ve İslam sancağını gün görmemiş topraklara dikmeyi kendine gaye edinmiş bir Türk devletiydi. Atalarından miras aldığı örfü, şeriatla birleştirip fethettiği topraklara adalet götürmenin yanı sıra yakıp yıkmadan, engin bir tevazu ile müsamaha göstererek gönüller fethetmeyi kendi dininden, milletinden, tebaasından olmayana dahi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” düsturuyla muamelede bulunmayı şiar edinmiş, dünyanın en büyük imparatorluklarından ve en uzun hüküm süren hanedanlıklarından biriydi.

Henüz şehzadelik dönemlerinde dinî ve millî öğretiler damarlarında dolaşan kan misali kendilerine verilmiş olan Osmanlı padişahları, yedi asra yaklaşan hükümranlık boyunca Müslümanların kıblesi olan Kâbe’ye hizmet etmeyi ibadet saymışlar ve yaşadıkları süre içerisinde daha önce hiçbir devletin ve hiçbir devlet reisinin göstermediği kadar büyük alaka ve itibar göstermişlerdir. Bu değer veriş, sadece hilafet makamının vermiş olduğu siyasi sorumluluk ve maddi imkânların genişliği dolayısıyla değil, en kalbî duygulardan, büyük hürmet ve ihtiramdan besleniyordu.

Hilafetin henüz Memlükler’de olduğu dönemlerde dahi bu kutsal beldeye hediyeler ve nakdi yardımlar gönderilmiş, Dersaadet’den Mekke’ye bir hizmet köprüsü kurulmuştur. Fethettiği toprakları önce imara açan, sonrasında büyük imar faaliyetlerine girişip bir yandan kamu yararına binalar, kurumlar inşa ederken diğer yandan da gönüller inşa eden bir devlet olmayı başarmışlardır.

İçlerinde Hz. Peygamber’in (s.a.s) müjdesine mazhar olan bir Osmanlı padişahının da olduğu bu kimseler, Kur’an-ı Kerim’de Kâbe’ye olan teveccühün ne derece önemli olduğunu anlayıp kalplerine sindirerek dünyanın ilk mabedini her daim korumaya; taşından toprağına, kisvesinden oluğuna, ziyaretçisinden hademesine kadar zerre zerre, sütun sütun her bir karışına hizmet edebilme noktasında âdeta birbirleriyle yarışmışlardır.

Öyle ki mübarek Mekke ve dolayısıyla Kâbe’yi, Medine ve Mescid-i Nebevi’yi korumak için sefere çıkan Yavuz Sultan Selim, Şam Emeviye Camii’nde okunan hutbe sonrası Hakimü’l-haremeyn diye ismi methedilince kalabalıklar içerisinden ayağa kalkıp Davudi bir edayla, “Hakimü’l-haremeyn değil biz olsa olsa Hadimü’l-haremeyn oluruz.” diye nida etmiştir.

Bilindiği üzere Emevi Devleti’nden itibaren kutsal toprakları elinde bulunduran devlet Haremeyn’in her türlü hizmetinden sorumlu olduğu gibi hac yollarının bakım, onarım, güvenlik gibi konularından ve dahi hacıların can ve mal güvenliklerinden de sorumluydu. Her yıl belirli vakitte hac ibadetlerini yerine getirmek için yola çıkan dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanlar belirlenen güzergâhlar dâhilinde Mekke’ye ulaşıyor, ibadetlerini yerine getirdikten sonra da kafile kafile yurtlarına geri dönüyorlardı. İşte bu sebeple Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim, Şam’da bulunduğu sırada oğlu Şehzade Süleyman’a “Artık bir hacının bile başına gelebileceklerden biz sorumluyuz.” diye bir mektup yazarak bundan böyle lazım gelen dikkati ve üzerlerine düşen vazifenin hassasiyetini en muhteşem şekilde ifade etmiştir.

Osmanlı padişahları yalnızca Haremeyn’in hizmetçisi olmamış, her yıl hac farizasını yerine getirmek için yollara düşenlerin hem hamileri hem de asırlar boyu hizmetkârları olmuşlardır. Padişahından hasekisine, valide sultanından şehzadesine, harem ağasından kalfasına kadar hacıların yolculuklarında; yeme, içme, barınma, binek, can güvenliği gibi konulardaki ihtiyaçları yapmış oldukları vakıflarla gidermeye çalışan hayır sahipleri, Haremeyn’in ve hacıların hizmetkârı olmayı vazife bilmişlerdir.

Sultan II. Abdülhamid dönemine kadar mukaddes topraklara ulaşım oldukça zor ve meşakkatli bir şekilde yapılmaktaydı. Ancak dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan Anadolu’da tarihin ilk dönemlerinden itibaren kurulmuş ve işleyen bir yol ağı vardı. Her gelen medeniyet ihtiyaca binaen yeni bazı yollar açmış olsa da mevcut yollar varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Ancak Türklerin Anadolu topraklarını yurt tutmasıyla birlikte ulaşım sistemi üzerine büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin inşa ettiği hanlar, kervansaraylar ile yolculara konaklama imkânı tanınarak can ve mal güvenlikleri sağlanmıştır. Yolların tamir ve bakımı, köprülerin her daim hizmet verir durumda olması gereksinimi ve yol güvenliği gibi ihtiyaçlar için Osmanlı Devleti tarafından Derbent teşkilatının da kurulmasıyla yollar büyük ölçüde emniyet altına alınmıştır.

Kutsal Topraklara oldukça uzak bir mesafede olan Osmanlı başkenti İstanbul’dan kara ve deniz yolu olmak üzere iki yol vasıtasıyla ulaşım mümkündü. Deniz yolu İstanbul-Kahire arasında yer almakla birlikte Süveyş Kanalı’nın bitimine kadar Kahire’den kervan yolu takip edilmek suretiyle Mekke ve Medine’ye ulaşılabiliyordu. Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla birlikte daha da kolaylaşan deniz yoluyla Kızıldeniz üzerinden Cidde’ye gelen hac yolcuları buradaki birkaç günlük istirahatten sonra karayolu ile Mekke’ye ulaşabilmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin beylikten devlete geçiş süreciyle birlikte İstanbul’dan başlamak üzere Anadolu’da sağ kol, orta kol ve sol kol olmak suretiyle üç ana yol güzergâhından söz etmek mümkündür. Sözünü ettiğimiz yollara küçük tali yollardan ulaşılmaktaydı elbette fakat ana arteri bu üç güzergâh belirlemekteydi. Bunlardan en başta zikrettiğimiz sağ yol ise “Hac Yolu” diye bilinmekteydi. İstanbul, Eskişehir ve Konya üzerinden geçen sağ kol Üsküdar, Eskişehir, Akşehir, Konya, Adana, Antakya üzerinden Halep’e uzanmaktaydı. Sağ koldan bu güzergâhta ayrılan üç önemli tali yol İzmir, Bodrum, Antalya yolu oluyordu. Bununla birlikte Antakya’dan ayrılan bir yol Şam’a bir yol Mekke’ye diğeri ise Kudüs’e ulaşıyordu.

Hac farizasını yerine getirmek isteyen hacı adayları, İstanbul Topkapı Sarayı’ndan sürre alayları ile birlikte bizzat padişah eşliğinde saray kapısına kadar uğurlanıyor ve Üsküdar Ayrılık Çeşmesi’nden dualar eşliğinde “Hac Yolu” ismi verilen sağ yol takip edilerek Şam’a, oradan da Mekke ve Medine’ye doğru yola çıkılıyordu. Yol üzerinde her türlü barınma, yeme içme ve güvenlik ihtiyaçları vakıflar aracılığıyla büyük ölçüde karşılanan hacı adayları sağlık ve emniyet içerisinde Haremeyn’e ulaşıp vazifelerini yerine getirdikten sonra yine aynı güzergâhtan geri dönüyorlardı.

Hac Yolu güzergâhında yer alan menziller sırasıyla; Üsküdar, Kartal, Gebze, Hendek, İznik, Lefke, Osmaneli, Vezirhanı, Söğüt, Eskişehir, Seyyid Battal Gazi, Hüsrev Paşa, Bolvadin, İshaklı, Akşehir, Ilgın, Ladik, Konya, İsmil, Karapınar, Ereğli, Ulukışla, Çiftehan, Ramazanoğlu Yaylası, Çakıt, Adana, Misi, Kurtkulağı, Payas, Belen, Antakya, Zenbakiye, Şu’ur, Madik, Hama, Humus, İkikapılı, Şam, Kubbetü’l-Hac, Müzeyrib, Mafrak, Ayn-ı Zarka, Ma’an, Kal’a-i Tebük, Bieke-i Muazzama, Dârü’l-Hamra, Medâyin-i Salih, Ulâ, Hediye Eşmesi, Fahteleyn, Vadiyü’l-Kura, Medine-i Münevvere, Bedr-i Huneyn ve nihayet Mekke-i Mükerreme idi ve bu yoldan hacca gidip gelmek o dönemde yaklaşık olarak sekiz dokuz ay gibi bir zaman zarfında gerçekleşiyordu.

Sağ yol üzerinden devam edip Mekke ve Medine’ye ulaşmaya çalışan hacılar kafilenin büyüklüğüne göre “katar” adı verilen küçük gruplara bölünerek özellikle çöl bölgelerini iyi bilen bedevi kılavuzlar eşliğinde yola koyuluyorlardı. Hac kafilesinin başında görevli olarak bulunan en yetkili kişi “Emir’ül-hac” ve onun yardımcısı olarak “Emirü’l-hac kethüdası” yer alırdı. Payitahttan yola çıkan hac kafilesinde görevli olarak sakalar, zabıtlar gibi çeşitli memurlar görev yapardı.

Amasya, Sivas ve Diyarbakır üzerinde geçen orta kol ise Üsküdar, Gebze, İznik, Sapanca, Geyve, Hendek, Ayaş, Düzce, Bolu, Hacıhamza, Merzifon, Amasya, Turhal, Tokat, Sivas, Malatya, Diyarbakır, Nusaybin, Musul, Kerkük, Bağdat ve Basra güzergâhlarından oluşmaktaydı.

Erzurum, Kars ve Tebriz’den geçen sol kol; İstanbul Üsküdar’dan başlayarak Merzifon’a kadar orta yol istikametini paylaşıyor fakat bundan sonra doğuya yönelerek Ladik, Niksar, Karahisar-ı Şarki, Bayburt, Tercan, Erzurum, Kars ve nihayet buradan da Tebriz’e ulaşmaktaydı.

Bu hac güzergâhlarında İstanbul’da Eyüp Sultan hazretlerinin türbesinden başlayıp Akşehir’de Nasreddin Hoca’yı, Konya’da Mevlana Hazretleri’ni, Karaman’da Mümine Hatun, Tarsus’ta Ashâb-ı Kehf makamını, Urfa’da Hz. İbrahim’in (a.s.) makamını, Bağdat’ta İmam-ı Azam hazretlerini, Kerbela, Küfe ve nihayet Necef’e ulaşıp Hz. Ali efendimizin kabrini, Kudüs’te Mescid-i Aksa ve Muallak Taşı ile Hz. İbrahim, Hz. Yakub, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İshak peygamberlerimizin türbelerini ziyaret ediyorlardı. Kafile Medine’ye ulaştığında evvela Mescid-i Nebevi’ye gidiyor sonrasında Cennetü’l-baki mezarlığındaki sahabe efendilerimizi, Kuba Mescidi’ni ve Kıble Mescidi’ni ziyaret ediyordu. Sonrasında Cidde’ye ulaşıp Havva anamızın makamında dualar ederek Mekke’ye geliyorlar ve Kurban Bayramı’nın yedinci gününe kadar hac ibadetlerinin tamamını yerine getiriyorlardı. Hac farizalarını yerine getiren hacılar nihayetinde Mekke’den yola çıkarak aynı istikametten, geldikleri topraklardan geri dönüyorlardı.

Evvelden de diğer Türk ve Müslüman devletlerden inayet gören hacılar, Yavuz Sultan Selim’in “kutsal toprakların hizmetkârı olduk” deyimiyle birlikte daha bir özen ve güvenlik içinde bu güzergâhlardan yolculuk etmeye başlamışlardır. Nitekim Osmanlı Devleti hac kafilesinin İstanbul’dan hareket ettiği andan itibaren oldukça gösterişli merasimler düzenlemiş, yoldaki emniyetin sağlanması adına çok ciddi tedbirler almıştır. Hac kafilesinde bulunan her hacı adayı kendi ihtiyacını bizzat karşılamakla yükümlü olsa da maddi durumu iyi olmayan hacı adaylarının ihtiyaçlarını karşılamak görevi hac emirinindi. Padişahın ihsan ve inayetiyle hac emiri tarafından bu kişiler teker teker tespit edilerek onlara her dinlenme yerinde çadırlar kurulur, sıcak yemek ve su ihtiyaçları karşılanırdı. Bunun haricinde sırf ihtiyacı olan hacı adaylarına ayni ve nakdî yardımlar yapmak için kurulan vakıflardan temin edilenler yine hac emiri eliyle kendilerine verilirdi.

Hadimü’l-haremeyn unvanını taşıyan Osmanlı padişahları hacı adaylarının can ve mal güvenliklerinden sorumlu olmaları sebebiyle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda “Cerde” isimli bir süvari birliği vasıtasıyla hacı adaylarının emniyetlerini sağlarken XIX. yüzyıl itibarıyla Şam’da bulunan güvenli bir orduyla bu vazifeyi ifa etmişlerdir. Hac yolunun en önemli ihtiyaçlarından olan su temini meselesi kuyular ve sarnıçlar, küçük karargâhlar tarafından korunmaktaydı.

Sultan II. Abdülhamid Han’ın Hicaz demiryolunu yaptırmasıyla birlikte büyük ölçüde kolaylık sağlanmasıyla hacı adayları daha bir emin şekilde ibadetlerini yerine getirmişlerdir. Burada özellikle belirtmemiz gereken bir diğer husus da devletin en zor zamanlarında bile hem dinî hem de siyasi açıdan hayati bir öneme sahip olan hac faaliyetlerini hiçbir kesintiye uğratmadan güven ve huzur içerisinde devam ettirmesidir.

Kâbe’nin etrafı genişletileceğinde evvela kendi evinin yıkılması emrini veren bir Osmanlı padişahından, “Ben seni İngilizlere teslim edemem Ya Resulüllah!” diyerek canı pahasına Medine’yi müdafaa eden Fahreddin Paşa’ya kadar, Haremeyn’e hizmetkâr olmayı onur addeden Osmanlı, asırlar boyu Mekke ve Medine yolunda hacı adaylarının selameti için nice eserler inşa etmiş, nice değerler vakfetmiştir. Kâbe’den daha yüksek olmasın diyerek etrafına inşa ettiği revakların boyunu santim santim hesaplayan Mimar Sinan gibi Harem-i Şerif’in temizliğinden eline ulaşmış bir süpürge tüyünü sarığında gezdiren Sultan Ahmed gibi...

Sahip olmayı değil yeniden en kutsi vazife ile hizmet edebilmeyi nasip eyle Ya Rab...