Makale

BİR FENER, BİR KÖY, BİR MAĞARA: İĞNEADA

BİR FENER, BİR KÖY, BİR MAĞARA: İĞNEADA

Seher Meriç

Bütün dünya ve ülkemizin pandemiyle savaştığı bu zorlu günlerde hepimiz üzerimize düşenleri yapıyoruz. Evlerimizde oturuyor, zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyor, sabrediyor ve bu durumdan gereken dersi alarak çıkarız diye dua ediyoruz. Ben de sizleri içinde bulunduğumuz bu durumdan bir nebze olsun uzaklaştırmak ve rahatlatmak istedim.

Nedendir bilmem, tatil lafı edildi mi herkes koşa koşa Ege ya da Akdeniz kıyılarına gider. Neyse ki son yıllarda yavaş yavaş bir Karadeniz furyası başladı. Dedim ki bu ay, siz sevgili okurları, ülkemizin pek de bilinmeyen en batı ucuna, Bulgaristan sınırına götüreyim. Hepimiz İstanbul’a kadar gitmiş ama oradan ileriye pek geçmemişizdir. Ama bu sefer İstanbul’dan yaklaşık 3 saat uzakta bulunan İğneada’ya gitmek için yollara düştüm.

Gece yola çıkmanın avantajını kullanarak sabah saatlerinde İğneada civarında ahşaptan yapılmış minik bir kahvaltı mekânında güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra hemen tarihî Limanköy Deniz Feneri’ne doğru yola çıktım. Deniz fenerlerini çocukluğumdan beri çok severim. Onların hakkında onlarca belki de yüzlerce hikâye ve roman yazılmış, hatta film çekilmiştir. “Deniz feneri ne işe yarar?” dediğimde, herkesin aklına ilk gelen şey “Yol gösterir.” olur elbet. Ama bana kalırsa deniz fenerleri, sadece yol göstermek için değil, aynı zamanda tehlikeyi göstermek için var. Hem zamana hem de tabiatın bütün sert koşullarına meydan okurlar sanki. Tabii her zaman koşullar zorlu olmaz. Deniz fenerleri bazen güneşin ışıkları ve etrafında kanat çırpan kuşların sesleri altında huzurlu mekânlar da olabilirler. Haa bir de fenerler konuşur biliyor musunuz? Şaka değil, gerçekten konuşurlar. Bizim gibi değil elbet. Onlar, ışıklarıyla konuşurlar. Gecenin karanlığında ya da sisli bir havada denizde olanlara “Aman yaklaşma, bak burası kayalık.” derler.

Deniz fenerlerinin 13. yüzyıldan önce var olduğu biliniyor. Fenerler, genellikle denizcileri, tehlikeli kayalık sahil şeritleri, resifler ve gelgit sırasında görülemeyen bazı kum barları ve gövdeler konusunda uyarmak için inşa edilmiştir. İskenderiye’deki İskenderiye Feneri ve İspanya’daki Herkül Kulesi ilk ve en ünlü deniz fenerleridir.

Yol boyunca bütün bunlar aklımdan geçti. Arabamı fenerden biraz uzağa bıraktıktan sonra fotoğraf makinemi aldım, yazlık evlerin arasından geçip bu tarihî fenere ulaştım. Yaklaşırken denizin kokusunun da ciğerlerime dolmaya başladığını hissediyordum. Ve İstanbul Boğazı’na doğru giriş yapan gemilerin Türk karasularına girdiklerinde ilk gördükleri İğneada Feneri işte tam karşımdaydı. Burası oldukça rüzgârlı bir burun ve yaklaşık olarak denizden 40-50 metre yükseklikte bulunuyor. Şöyle bir aşağıya bakmak bile insanın içini ürpertiyor. Tedirgin oluyorsunuz.

Etrafımda yabani incir ağaçları, fenerci koğuşu ve tarlalar var. Önce fenerin ve Karadeniz’in fotoğraflarını çekiyorum. Daha sonra fenerin önünde, tam denize karşı oturuyorum. Derin nefes almanızı ve uzun uzun ufuk çizgisine bakmanızı tavsiye edebilirim. Burada tek eksik, sanırım okkalı bir Türk kahvesi.

Dalgaların, üzerinde bulunduğum kayalığı ritmik bir şekilde dövmesini seyrediyorum. Bu fener, öyle çok yüksek bir yapı değil, yaklaşık 8-10 metre civarında. 1866 yılında Sultan Abdülmecit döneminde Fransızlara yaptırılmış. O vakitler Fransız Feneri deniliyormuş. Elektrik tesisatının olmadığı dönemlerde gaz yağı ile denizi aydınlatıyormuş. Günümüzde ise halojen ampul ve plastik yansıtıcılar sayesinde 20 mil yani 32 km mesafeden bile görülebiliyormuş.

Unutmadan ülkemizde 350’den fazla deniz feneri olduğunu da söylemeliyim.

Madem İğneada’dayız, Bulgaristan sınırına en yakın yer olan Beğendik Köyüne de uğramadan gitmek istemedim. Fenerden çıktıktan 15-20 dakika sonra bu sevimli köye ulaşıyorsunuz. Kendi hâlinde yaşayan, en fazla 50 haneli bir köy. Yol boyunca giderken ineklerini güden köylü amcalara ve teyzelere rastlayabilirsiniz. Bazen de kendi kendine gezmeye çıkmış inekler olabiliyor. Bu yüzden şaşırmayın. Hatta havanın sıcak olduğu zamanlarda hayvanlar da sahile iniyormuş. Aaa evet, sahil dedim değil mi? İşte buraya esas geliş sebebim sahil. Beğendik Köyünün 3 km uzunluğunda, özellikle eylül ayında in cinin top oynadığı, masallardaki kadar güzel bir sahili var. Buraya ulaşmak için köyü geçip çıkıyorsunuz. Sonra sahil tabelasını görüyorsunuz. Tertemiz pırıl pırıl ve hafiften dalgalı bir kumsal burası. Karadeniz’in sularını yüzmek için birazcık tehlikeli bulduğum için sahildeki sıcacık kumların üzerine oturup ayakkabılarımı çıkarıyorum ve seyre dalıyorum. Hemen oturduğum yerin sol tarafında Türkiye ile Bulgaristan arasında sınır olan Rezve Deresi bulunuyor. Derenin ardı Bulgaristan ve hemen orada da Rezova Köyü bulunuyor. Oturmuş etrafı seyrederken bir zamanlar 3 kıtaya yayılmış Osmanlıyı düşünüyorum. İçim buruluyor. 5 milyon kilometrekare, muhteşem değil mi? O zamanlar burada sınır falan yokmuş. Bu duyguların aynısını, köylerin bir kısmı şimdi Gürcistan’da bulunan Macahel bölgesinde de hissetmiştim.

Burası öyle huzurlu ki ayrılmak hiç işime gelmese de bugünün son durağı olan Dupnisa Mağarası’na doğru yola çıkmam gerektiğini düşünerek yavaşça kalkıyorum. Gönlüme buradaki huzuru alarak ve tabii birkaç fotoğraf çekerek arabama doğru ilerliyorum.
Bu güzel manzaraya arkamı dönüp gitmek beni hüzünlendirse de belki yine gelirim düşüncesi aklıma gelince hafif bir tebessümle ağır adımlarla ayrılıyorum buradan. Günümüzden 180 milyon yıl önce oluşmaya başlayan Dupnisa Mağarası’na doğru yola çıkıyorum. İçinden Rezve Deresi’nin geçtiği mağara, çok uzun zamandır 16 çeşit yarasaya ev sahipliği yapıyor. Canım hemen korkmayın. Yarasa var, ben oraya gidemem demeyin. Evet, içeride yarasa var hem de 60 bin civarı. Lakin korkmanızı gerektiren bir şey yok. Zaten onlar da bizimle karşılaşmak niyetinde olmadıkları için mağaranın derinliklerinde saklanıyorlar. Özellikle havaların biraz serin olduğu zamanlarda yarı uyur yarı uyanık bir şekilde yaşıyorlar. Bu yüzden de mağara, yılın 6 ayı kapalı. Üreme ve uyku zamanlarında rahatsız edilmek istemezler. Bu nedenle yarasalarla karşılaşacak olursanız o bölgeden sessiz bir şekilde geçmenizi tavsiye ederim.

Beğendik Köyüne 70 km uzaklıktaki mağara, Demirköy ilçe sınırları içerisinde. Ulaşmak için Istranca Dağları’nı aşmam gerekiyor. Sık ağaçlar ve temiz hava, yolun zorluğunu unutturuyor. Arabamı park yerine bıraktıktan sonra ormanın içine döşenmiş oldukça düzgün, ahşap ve güvenli bir yoldan mağaraya ulaşıyorum. Manzara harika. Yaklaşık 3 km uzunluğunda, tabii hepsini gezemiyorsunuz. İçinde merdivenlerle bir aşağı bir yukarı çıkarken sanki bir film setinde hissediyor insan kendini. 1 cm’lik alanının 60 yılda oluştuğu bu mağarada el ele tutuşmuş bir taş görüntüsü yer alıyor. Mağaranın çıkışında bir şeyler içebileceğiniz ve gölgesinde dinlenebileceğiniz ağaçlar var.

Bu bölgede daha anlatılacak çok hikâyem var... Hikâyeler güzeldir, hele dinleyeniniz varsa...