Makale

Bİ’ DUR!

Bİ’ DUR!

Sema ÇAKIR
İstanbul Müftülüğü Din Hizmetleri Uzmanı

Bir virüs geldi. Bi’ dur, dedi. Durdu dünya! Görünmüyor çıplak gözle ama etkisi öyle çok ki sayesinde yeni yeni alışkanlıklar ediniyoruz. Önce sosyal mesafe denen kavramı öğrendik ve hayatımızın her alanında bu mesafeyi korumaya gayret ediyoruz. Tokalaşmıyoruz, sarılmıyoruz artık. Sosyal normlarımız mı değişiyor yoksa? Ya da bu süreç geçince her şey yine eskisi gibi mi olacak?

Takip, yüz tanıma, retina imzası gibi teknolojileri, evden çalışma, öğrenme, öğretme yöntemleri geliştiriliyor ve ülkelerin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel kodları hızla değişiyor. Korona öncesi farkında bile olunmayan nice değerler, güzellikler görülüyor, keşfediliyor. Akademisyenler, fütüristler küresel değişime dair nice öngörülerde bulunuyor. Belli ki bundan böyle birçok şey eskisi gibi olmayacak. Analog dünya yerini dijital dünyaya bırakacak.

İşin erbapları ekranlarda anlatıyor gece gündüz, pandemiye dair ne varsa. Hayretle ve ürkekçe izliyor olan biteni sade vatandaş, anlamaya çalışıyor. Direk koşa koşa evine geçiyor. Dinlenmeye başlıyor. Asırlarca koştuğundan dinlenmeye hiç vakit bulamayan insanoğlu şaşkın, evde ne yapacağını evvela bilemiyor. Sonra keşfe çıkıyor evinin köşe bucağını, şifalanıyor. Umutlarını tüllendiriyor dinlenirken, soluklanırken… Herkes gibi ben de soluklanıyorum bu günlerde, umutlarımı tüllendirirken…

Doğma büyüme İstanbullu olduğum için hep sanıyordum ki ben bu şehrin hengâmesine alışkınım. Sanıyordum ki bu şehrin gürültüsü; insanların oradan oraya koşturması; sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel hareketlilik beni böyle, bu kadar çok yormuyor. Ne çok yorulsam da bu şehrin bir tutam rüzgârı değince çehreme yorgunluğum geçiyor; ne zaman gürültüden bunalsam boğazın dalga sesleri martılarla gelip tüm sıkıntımı alıp götürüyor sanıyordum… Meğer öyle değilmiş. Her ne kadar heybemizde tedbir, tevekkül ve dua olsa da yine yoruyormuş bizi İstanbul, yoruyormuş bizi bu dünya! Öyle ya olmak için oldurmak için ihtilaç ediyorduk! Ama bazen durmak lazım! Nefeslenmek, dualanmak, tazelenmek gerek!

Virüs geldi, insanlar içerilere çekildi, sahillerdeki banklar kedilere, meydanlar kuşlara, gölgeler köpeklere kaldı. Oradan oraya savrulan insanlar mecburen evlere kapandı. Artık ıssız İstiklal Caddesi, Tarabya sakin mi sakin… Üsküdar mahzun… Minarelerden çok şükür ki ezanlar yükseliyor yedi kat semaya, dualar yükseliyor, salât-ü selamlar, tekbirler…

Bi’ durdum şöyle baktım olana bitene, dünya darda! Nefesler tükeniyor, küçücük ve görünmez bir illet boğarak öldürüyor ve süratle yayılıyor dünyanın dört bir yanına. Neler oluyor Allah’ım? Önceki insanlar da nice salgınlar, belalar gördü. Milyonlarca insan virüslerin pençesinde can verdi, ülkelerin sağlık sistemleri çöktü, ekonomileri iflas etti. Nice toplu mezarlar kazılırken insanlık tarihine neler yazıldı neler… Şimdilerde bu yaşadığımız çetin kaygı, sıkıntı, imtihan sadece bize has değil ki! Değil mi ya, insanız beşikten kefene nice süzgeçlerden geçeriz! İyi de niye böyleyiz? Meydanların sahibi miyiz ki evlere çekilmek bu kadar zor geldi? Ağaçların gölgesi, denizlerin dalgası, güneşin sarısı ve sokaklar bizim mi ki?

Ayrıca aç kalma korkusu niye bu kadar çok ürküttü bizi? Asırlardır yiye yiye doyamamıştık hâlbuki…

Şükür, nimeti çoğaltır. Sabır, hayatı kolaylaştırır… Tedbir ve takdir dengesi, huzur ve güven getirir. Unutmuşuz! “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156.) Unutmuşuz!

Koşturuyorduk soluksuz. Savruluyorduk. Durmak, durulmak varken… Dünya sessize aldı kendini. İstanbul sessiz. İstanbul dinleniyor. Caddeler, sokaklar yorgundu yoğunluktan, keşmekeşten. Bunalmıştı kavgadan, gürültüden İstanbul. Hele İstanbullular. Hele dünya, hele dünyalılar…

Belki de çok zamandır bu içeri çekilişe hazırlanıyorduk, ismini koyamadığımız his, düşünce ve eylemlerimizle. Hadsiz hudutsuz fıtrata aykırılıklar, güneşleri balçıklamalar ve daha nicesi. Tamam, şimdi evde dünya. Hele de şu en güçlü çağını yaşarken dünya, nasıl da çaresizce büktü başını ve meydanlardan vazgeçti. Evet…

Balkondan annemiz çağırdı, çocuktuk hepimiz dışardan içeri girdik. Beşikte ve kefende tek olduğumuz gibi evlerimizde de şu günlerde tek olmanın, tek gitmenin provasını yapıyoruz aslında bir nevi. Çünkü bi durmak lazım! Nefeslenmek, dualanmak, tazelenmek gerek!

Yine İstiklal Caddesi pek sakin... Diyorum ki acaba şu sıkıntı, imtihan, virüs, bela gelmeden sakinleşemez miydi yollar ve yolcular? Ülke olarak hatta “dünyanın insanı” olarak “evrensel bir imtihanın” süzgecinden geçerken hikmet ve maneviyat pencereleri iman, tevhit ve marifet anahtarlarıyla açılamaz mıydı? Zira: “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmran, 3/185.)

Sakinleşmek elzem, durmak ve durulmak. Artık aynalarda gördüklerimizi doğru yorumlama, hayatın ve varoluşun anlamını sorgulama zamanıdır. Durma, durulma zamanıdır.