Makale

MUSİBETLERİ HİKMET PENCERESİNDEN TEFEKKÜR ETMEK

MUSİBETLERİ HİKMET PENCERESİNDEN TEFEKKÜR ETMEK

Dr. Bilal Esen
DİB Din İşleri Yksek Kurulu Uzmanı

İnsan, her meselede olduğu gibi musibeti değerlendirirken de Kitap ve hikmetten ilham almak durumundadır. Rabbiyle ilişkisinin tek boyutlu olmadığını hatırlamalıdır. Yaratan ve ruhundan üfleyen O olduğu gibi rızık veren, şifa veren, hidayet veren, kâinatı idare eden, öldüren ve yeniden diriltecek olan da Allah’tır. İnsanın varlığı da şeklinden, rızkı şifasından, bedeni ruhundan, bilimi dininden bağımsız değildir. Rehber olarak indirilen Kur’an da yalnızca maneviyat rehberi değil dünya ve ahiret saadetinin kılavuzudur.

Musibetleri hikmet penceresinden tefekkür etmek, öncelikle bütüncül bakmayı gerektirir. Musibet maddi midir manevi mi, çevresel midir zihinsel mi, biyolojik midir psikolojik mi? Musibetten etkilenen, fiziki bir varlık mıdır manevi bir varlık mıdır? Musibetle mücadeleyi yürütecekler de mühendisler midir tıpçılar mı, güvenlikçiler midir eğitimciler mi, bilim adamları mıdır din adamları mı? Sağlıklı bir yaklaşım, hem musibetin mahiyetine hem musibetten etkilenen insanın tabiatına hem de başvurulacak çarelerin neler olacağına bütüncül bakmakla gerçekleşir. Musibetten etkilenen insansa, türü ne olursa olsun, maddi etkileri kadar manevi etkileri de olacaktır. Ve musibetle mücadele, maddi olduğu kadar manevi de olacaktır. Hangi maddi hasarın insanın maneviyatını etkilemediği, psikolojisini bozmadığı söylenebilir? Veya hangi musibetle mücadele ederken sırf manevi önlemin yeterli olduğu söylenebilir?

Bütüncül bakmak istenirse en kuşatıcı rehberin din olduğu görülecektir. Zira din: a) Sağlam bir düşünce, muhkem bir inanç kurar, b) Davranışlarımızın kaynağı olan irademizi eğitir, c) Musibet meselesi dâhil her meselede hem maddi hem manevi çareler sunar, çare üretmeye teşvik eder.

Sağlam bir düşünce, muhkem bir inanç

Hikmetle bakan, en başta musibetin hayat yolculuğundaki yerine bakar. Sıkıntıyı anlamlandırmaya, bunun bir son mu, geçici bir sorun mu olduğunu kavrayıp gerisinde bir iyilik olup olmadığını sezmeye çalışır. Tam bu noktada beşer aklının yardımına ilahi mesajlar yetişir. O ilahi mesajlar ki hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını, başka bir hayatın ön hazırlığı olup burada insanın hem iyiliklerle hem de kötülüklerle/şerlerle sınanacağını öğretmektedir. (Bakara, 2/214; Araf, 7/168; Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/1-7.) Olmuş ve olacak her şey Yüce Allah tarafından bilinmekte, yaratılmaktadır. Kainat karanlık bir meçhule doğru gitmemekte, O’nun hazırladığı plana göre ve O’nun belirlediği geleceğe doğru yürümektedir. (Enam, 6/59-67; Mülk, 67/23-24; Teğabün, 64/7-11; Kamer, 54/46-55.) Mutlak ve külli irade Allah Teâlâ’ya aittir. Fakat O, insana cüzi bir tercih imkanı (irade) da vermiştir. Tercihleri, insanın sınavıdır. İradesi dışında gerçekleşenlerdense sorumlu tutulmamıştır.

İmtihan sebebi olarak başa gelen sıkıntılar Kur’an’da, “musibet”, “belâ”, “fitne”, “be’s/be’sâ’”, “durrun/darrâ’”, “zulumât”, “seyyiât”, ve “şer” gibi ifadelerle anılır. Örneğin çocuklar ve malların “fitne” olduğu ve Bedir Savaşı’nda müminlerin “belâ-i hasen”le karşılaştıkları bildirildiğinde, mutlak bir olumsuzluk veya cezadan bahsedilmemekte insanın sınanma araçları anlatılmaktadır. (Enam, 6/ 44, 63-64; Araf, 7/141; Enfal, 8/17, 28; Tevbe, 9/126; Enbiya, 21/35; Müminun, 23/75-77; Saffat, 37/106; Furkan, 25/20; Duhan, 44/33; Hadid, 57/22.)

Musibet zamanında, nereden gelip nereye gittiklerini tefekkür edebilenler, yeryüzünde Allah’a ibadet için bulunduklarını ve yine O’na döneceklerini hatırlayabilenler, sınavı kazanacak olanlardır. (Bakara, 2/155-157.)

Esasında insan Allah’ı hatırlatacak şeylerle hep karşılaşmaktadır. Kimisi iyi günlerinde, kâinatın düzenindeki ahengi görerek kimisi ise ancak işleri bozulduğunda O’nu hatırlamaktadır.

Peki, musibetler birer ilahi ikaz mıdır? Bu soruya evet demek, öncelikle, ikaz edici işaretlerin/kanıtların sınırlı olduğunu sanmak demektir. Yoksa çevremizdeki her şey ve hatta kendi vicdanımız, bizi ikaz etmiyor mu? (Tevbe, 9/126; Fussilet, 41/49-54.) Musibet, hatırlatıcılardan bir hatırlatıcı olarak, Yaradan’ı ve kulluk sınavımızı temel olarak hatırlattığında artık bunun detayı her fertte farklı şekilde tezahür edecektir. Maddi sebeplere sarılmadaki eksiklik, çevredeki mahlûkata saygıdaki eksiklik, tefekküre zaman ayırmadaki eksiklik ve secde eksikliği gibi birçok husus akıllara gelebilecektir. Belki her birimiz bunlardan birini hatırlayıp kendiyle hesaplaşacaktır. Fakat bu durum, musibetin bu eksikliklerden biri veya hepsi yüzünden gelmiş ilahi bir ceza olduğunu söyleme hakkını verir mi? Böyle bir iddiada bulunamayız. Ama musibet sayesinde tüm bu kusurlarımızı hatırladığımızdan eminiz.

Musibetin hayır mı şer olduğu sonunda belli olacaktır. Resul-i Ekrem’in (s.a.s.) bildirdiğine göre Allah musibeti müminlere rahmet kılar. Mesela, tauna/salgına yakalanan müminin şu şartlara riayet ettiğinde şehit sevabı alacağı bildirilmektedir: a) Bulunduğu yerde kalıp karantinaya uymak, b) Sabretmek, c) Mükafatını Allah’tan beklemek, d) Başına Allah’ın takdiri dışında bir şey gelmeyeceğine inanmak. (Buhari, Tıb, 31.)

Sabır ve irade eğitimi

Musibetin bir sınav olduğu idrak edildikten sonra, buna karşı takınılacak erdemlerin başında sabır gelir. Zira her durumu dengeleyen farklı bir erdem vardır. Nimetle şükür, musibetle sabır birlikte anılır. Böylece itidal sağlanmış ve musibet olgunlukla karşılanmış olur. Sabır, mümini iman çizgisinde tutar. İtidal kaybedildiğindeyse hataların önü açılır. Sabır, musibeti daha başka musibetlere çevirmemek için uygulanacak bir disiplindir. İçteki üzüntüyü veya öfkeyi tamamen önleyemezse de bunların dışa yansımasına ve uygunsuz davranışlara engel olur.

Nimetin ve sıkıntının itidalle karşılanması, irade eğitiminin gereğine işaret etmektedir ki bunun bir süreç gerektirdiğinde ve iş başa düşmeden çok önce hazırlanmak gerektiğinde şüphe yoktur. İrade eğitiminin küçüklükten itibaren hayat boyu sürmesi icap eder. Müslümanın görevleri arasında bulunan namaz ve oruç başta olmak üzere bütün ilahi emirler, irade eğitiminde birer süreçtir. Bunlar her şartta faal kalmayı sağlayacak bir dinamizm verir.

Musibet karşısında sabır, birtakım işlerden uzak durma yönüyle pasif, birtakım eylemlere girişme yönüyle aktif bir fonksiyona sahiptir. Sabır, Allah hakkında yakışıksız sözler sarf etmeye, ümitsizliğe düşüp isyankâr olmaya, aşırıya kaçıp ağıtlar yakmaya, ibadetlerde gevşekliğe düşmeye engel olur. Mümin, sıkıntının etkisiyle haksızlığa meyletmez, çevreye ve başkalarına zarar vermez. Ölümü temenni veya intihara teşebbüs gibi kendine zarar verici yanlışlara da düşmez.

Sabır, musibetin Allah (c.c.) dışında bir gücün kontrolünde gerçekleştiğini söylemeye de manidir. Bazıları musibetlerin bütünüyle maddi sebepler etrafında cereyan ettiği teziyle Yaradan’ın varlığını inkâra kalkar, dualar kabul olmuyor diyerek alaycı tavırlar sergilerler. Hâlbuki hiçbir hastalığın, Allah’ın izni olmaksızın bulaştığı ve O’nun izni olmadan zarar verdiği söylenemez. Musibetin her ferde etkisinin farklı olduğuna bakılsa, salgın bir hastalığın herkese bulaşmadığına, bulaşsa bile bundan kurtulanların ve iyileşenlerin olduğuna, her hastanın hastalıktan etkilenme biçimlerinin farklı farklı olduğuna bakılsa, salgının, hassas bir hikmet çizgisinde yürüdüğünü anlamak zor değildir. Peygamberimiz (s.a.s), bir taraftan salgının varlığını kabul edip buna karşı tedbir olacak temizliğe, yiyeceklerde helal ve haram duyarlılığına, hasta olan kişinin sağlıklı kişilerin yanına gitmemesine ve karantinaya dikkat çekmektedir. (Buhari, Tıp, 30, 53; Müslim, Selâm, 32/92-96.) Bir taraftan da hastalık gibi sıkıntıların Allah’tan başka tabiatüstü bir güç tarafından yönetildiğine ilişkin batıl inançları reddetmektedir. (Müslim, Selâm, 101, 106; Hadislerle İslam, VII, 442.) Olaylara hikmet gözüyle bakan mümin, Allah’ın izni olmadan hiçbir musibetin gelmeyeceğine, hayrı ve şerri yaratanın sadece Allah olduğuna inanır. (Teğabün, 64/11; Tevbe, 9/51; Nisa, 4/78; Hadid, 57/22-24.)

Musibetlerin tarihte de gerçekleştiğine bakarak, bunları tamamen doğal olaylardan ibaret görüp kulluğunun sınandığını unutmak büyük bir gaflettir. Kur’an’da, bu gaflete düşenlerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya... Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.” (Enam, 6/43; ayrıca Araf, 7/94-95.)

Tarihteki birçok kavmin umumi günahlar yüzünden helak edildiği, (Enam, 6/6; Nahl, 16/113; Ankebut, 29/40; Araf, 7/164-165.) veyahut da ders alıp günahlarından dönmeleri için musibetlerle sınandığı bilinmektedir. (Araf, 7/130.) Ancak her musibetin bir ceza olduğu veya muayyen kişilerin günahından kaynaklandığı iddia edilemez. Bu ancak vahiyle bilinebilir. İnsana düşen, hadsiz iddialarda bulunmak değil musibet zamanında maddi ve manevi olarak ne yapması gerektiğine odaklanmak, kendini sorgulamak ve varsa maddi yahut manevi kusurlarını telafi etmeye çalışmaktır. Bu konudaki hatalardan biri, ötekileştirilen kimselerin başına gelene sevinmek ve bunu nihai ceza gibi düşünmektir. Hâlbuki asıl ceza ahirettedir. Kişinin belayla bu dünyada karşılaşması, bir nevi hayrınadır. Çünkü ders alması ve sabrederek gidişatı lehine çevirmesi muhtemeldir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) bildirdiğine göre, bela daha fazla sevap kazanmaya vesile olur. Hatta en ağır belalar peygamberlere gelir. Allah, iyiliğini istediği kulunun cezasını dünyada verir. Mükafatın büyüklüğü, belanın büyüklüğüne göredir. Mümin Allah’a kavuşuncaya kadar başından bela eksik olmaz. Çok bela insanı günahsız olarak Allah’a kavuşturur. (Tirmizi, Zühd, 57; İbn Mâce, Fiten, 23, 59.)

Sabır, musibete karşı üretilen çareleri insanın kendisinden bilmesine de engel olmalıdır. Ayette şöyle buyrulur: “İnsana bir zarar dokunduğunda bize yalvarır. Sonra ona katımızdan bir nimet verdiğimizde, ‘Bu bana ancak bir bilgim sayesinde verilmiştir.’ der. Aksine o nimet bir imtihandır ama çokları bunu bilmez.” (Zümer, 39/49.)

Musibetlere karşı maddi ve manevi mücadele

Hikmet gözüyle değerlendirme, sırf zihinsel boyutta kaldığında eksik olur. Hikmetli bakış, hayatın içinden çözümlere işaret ettiğinde, belli bir davranış biçimini önerip ona yönlendirdiğinde anlamlı hâle gelir.

Sabır, musibet dönemlerinde insanın diğer insanlara karşı hak arama mücadelesine mani olmadığı gibi sıkıntılara karşı çareler üretmesine de mani değildir. Bu nokta sabrın aktif yönüdür. Canını, malını ve dinini korumaya çalışmak Allah’ın emridir. O, tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Dünyadaki her şey O’nun koyduğu sebep sonuç ilişkilerine göre şekillenir. “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39.) ayetinde insanın gayretiyle alacağı sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir. Bir şeyin olmasını isteyen, onun sebeplerine sarılır. Sıkıntının giderilmesine yönelik elinden gelen gayreti göstermek ve bilimsel çalışmalarda bulunmak fiili dua kapsamındadır. Musibetin yol açtığı sosyal ve psikolojik zararları en aza indirmek gayesiyle kardeşlik ahlakını hayata geçirmek, dayanışma ve yardımlaşmaya ağırlık vermek ve en nihayetinde aile büyükleriyle, akrabalarla ve dostlarla iletişim hâlinde olarak sıkıntıların atlatılmasında karşılıklı manevi destek sağlamak, musibet karşısında hikmetle davranmanın bir başka göstergesidir.

Öte yandan musibet sürecinde ve sonrasında “Dua, başa gelen ve henüz gelmeyen belaya karşı fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, duaya sarılın!” (Tirmizi, Deavât, 101.) hadisi mucibince Rabbimize yalvarmak da ilahi rahmetin inmesine vesile olur. Kul, istiğfar ettiği müddetçe Allah ona azap etmez. (Enfal, 8/33.) Günahlardan istiğfar etme ve kulluk noktasında eksiklik bulunduğundaysa endişelenmek gerekir. Musibete hikmet gözüyle bakmanın bir yönü de budur. Nitekim Hz. Musa (a.s.) Tur dağında depreme yakalandığında endişelenmiş ve şöyle dua etmiştir. “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helak ederdin. Şimdi içimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helak mı edeceksin? Bu sırf senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (Araf, 7/155.)