Makale

HİRA’DA BAŞLAYAN TEFEKKÜR YOLCULUĞU

HİRA’DA BAŞLAYAN TEFEKKÜR YOLCULUĞU
Hira’dan Refîk-i Âlâʼya Nebevî Seyrüseferin Hatırlattıkları
Prof. Dr. Soner GÜNDÜZÖZ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Mekke, Kur’an-ı Kerim’de adı geçen şehir! Vaktiyle tarımın yapılmadığı, ekini ve suyu olmayan yer... Ardından “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim.” (İbrahim, 14/37.) diyen Hz. İbrahim’in soyunun, ibadetini Allah’a özgü kıldığı ve maddi ve manevi çekim merkezi olacak belde... Nihayet son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) vahyine tanık, nebevi hatıra ile dolu şehir...

Mekke, ilahi azametin olduğu kadar, beşerî tefekkürün ve düşünme eyleminin de tanığıdır. Çünkü göklerdeki Beytü’l-Ma’mûr’un yeryüzündeki temsili ve Allah’ın vahdaniyet hakikatinin mührü Kâbe, oradadır. Kâbe, düşünmenin farklı boyutlarını ifade eden tefekkürü, tezekkürü ve tedebbürü insanlığa beraberce hatırlatır. O, Hz. İbrahim’in (a.s.), güneşi, yıldızı ve ayı görünce “İşte Rabbim!” deyip bunlar kaybolunca da “Ben öyle batanları sevmem.” (Enam, 6/76.)” diyerek, göklerin ve yerin muhteşem mülkünü elinde bulunduran Allah’ı arayışının ve kâinatı tefekkür edişinin serencamına yerleştirilmiş bir şehadet abidesidir. Bu anlamda Kâbe, uluhiyet ve rububiyetin temsili olduğu kadar, insanın idrakinin ulaştığı son noktanın temsilidir de. Bu temsilin ifade ettiği husus şudur: İnsan, kâinat üzerinde düşünmelidir. Bu, bazen dış dünyaya yönelik bir gözlem ve düşünme eylemi iken bazen insanın, -adına tezekkür dediğimiz- iç dünyasına yaptığı deruni bir yolculuk şeklinde olmalıdır.

Allah Resulü, henüz vahiy gelmemişken, Hira’daki taabbudî itikâfında ve tefekkür uzletinde, Rabbinin varlığına, kendi iç dünyasının ona fısıldadığı hakikatin ve kâinatın mükemmel işleyişine ilişkin çevresinde bulunan varlıkların şehadetinin çağrısına uymuştur. Aslında ondan önce atası İbrahim Peygamber’in ve onun nezdinde insanın, kendi özgür iradesi ve tefekkürü sayesinde ve bilahare vahyin aydınlığında vardığı gerçekliğin bir ifadesi olan “batanları sevmem” hükmü, şirkin gölgesinin, üzerine düştüğü kültürel kayıtlara ve nefsin aldatıcı düşsel dünyasına bir meydan okumadır. İbrahim Peygamber’in, kendi düşünme eyleminin, Allah’ın hidayeti ile buluşmasıdır bu... Kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın emri doğrultusunda, İbrahim Peygamber’in, oğlu İsmail Peygamber ile beraber inşa ettikleri Beytullah’a bakan Hira’daki Muhammedî itikâf da tıpkı İbrahim Peygamberinki gibi insanlığın kendi ideolojik çıkarları ve nefsani arzuları ile kutsallık atfettiği sahte tanrılara bir reddiyedir. Hz. Muhammed’in, (s.a.s.) kendi düşünme eyleminin, Allah’ın hidayeti ile buluşmasıdır bu...

Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tefekkür uzletinde, Nur Dağı’ndaki Hira’yı seçmiş olması, elbette boşuna değildir. Cebrail’in, ilk vahyi, kendisine getirdiği bu mağara, Kâbe’yi tüm haşmetiyle görmektedir zira. Bu ise insanın, idrak ve tefekkür yolculuğunun varacağı en sahih hakikatin ve en doğru gerçekliğin, Allah’ın varlığı ve birliği olduğunu, insanlığa ilan etmektedir usulca...

Allah’ın rahmetinde nice Tûr Dağı vardır! Nice Nur Dağı vardır! Nice Sevr Dağı vardır! Hatırlamalıdır, Sevr yerine Sebir Dağına yerleşenleri ve Hanif olarak Hira’ya tırmanıp inenleri… (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 171.) Allah Resulü, kendi düşünme eyleminde, henüz nübüvvet gelmeden önce, Rabbine dua ederken, miladi takvimin, 6 Ağustos’u gösterdiği bir pazartesi günü, hicri aylardan Ramazan’ın 27’sinde, -kendisini seyretmesi bile bir ibadet olan- Kâbe’ye bakan Hira’da, Cebrail’in (a.s.) ona getirdiği vahiy ile müjdelenmiştir:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”tan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/1-5.) Bu ayetler, ilk vahyin deruni anlamını, insanlığın aklına ve vicdanına sunmaktadır. Daha ilk ayetlerde, vahyin dili, tefekkür ve düşünceyi, kaleme, okumaya ve ilme bağlamıştır bile. Zira insanın hafızasına yerleştirilmiş olan ve ruhların, Allah’a verdikleri sözün manasına ancak derin bir tefekkürün yanında vahyin ve kâinatın idrakine varmayı talep eden bir ilimle ulaşmak mümkün olabilir.

Bu yaklaşım, bir taraftan geleceğe dönük olarak insanın ilim talep etmesini zorunlu sayarken, diğer taraftan onun hafızasındaki hatırayı da tazelemesini öngörür. Aynı zamanda zihinlerin, tabula rasa denilen boş bir levha gibi olmadığını, aksine insanın bâtıni varlığının, Allah’ın hafızalara yerleştirdiği Elest Bezmi’nin ilahi hatırası ile dolu olduğunu ifade eder. Ne var ki dünya hayatında bu hakikatin üstü örtülebilmektedir. Allah Resulü, anne ve babası, Hristiyan, Yahudi, Mecusi olanın, Yahudi veya Hristiyan olacağını ifade buyururken yaratılış mayasındaki hakikatin perdelendiğine ve Hak din İslam’a ulaşılmasında insanın çevresinden edinimlerinin, birer bariyer olduğuna dikkat çekmektedir. (Buhari, Cenâiz, 92.) Ne var ki bunlar yine de aşılamayacak engeller değildir. Aslında Kur’an, kendisini bir “öğüt” ve bir “hatırlatma” eylemi olarak tanımlarken (Hakka, 69/48; Kalem, 68/52.), yine kendi hakikatini, kâinatın idrakine ve tefekküre yaptığı çağrı ile beraber, Elest Bezmi’ndeki söz konusu beşerî tezekküre bağlar. Kur’an-ı Kerim, insanın ruhunun derinliğine, ilahi bir şehadet mührü gibi yerleştirilmiş ve kâinatın şehadeti ile aynîleşmiş olan bu hakikate, vahyin de ortak olduğunun bir ifadesidir. Tüm insanlık, “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (Kıyamet, 75/36.) sorusuna cevap vermeye davet edilirken, insanların hiç de başıboş olmadığının cevabı, Kur’an, kâinat ve insanın kendi öz benliğinden yükselen hakikat duygusundan beraberce gelir. Tefekkürü sayesinde insan, tedbir-i ilahinin her yönden kâinatı çepeçevre kuşatmış olduğunu fark eder. Tefekkür sonucunda elde ettiği yakini bilgi sayesinde insanın, metafizik ve gaybi varlığı genişler... Din ancak metafizik değerlerin, bu dünyaya aktarılmasının gerçekleştiği bir yoldur. Müslümanların tefekkür bilinçleri, bu şehadete bağlıdır. (Taha Abdurrahman, Ruhu’d-Dîn, Beyrut, 2013, s.490.)

Tarihten canlı bir belge niteliğindedir, Velîd bin Mugire’nin söyledikleri... Kuşkusuz, en başından Velîd bin Mugîre, insanın ruhunun derinliklerine, Allah tarafından yerleştirilmiş hakikati hatırlamaya, yani tezekküre kendini kapatmıştır. Geriye, onun kâinatı idrak etmesi ve vahyin harikulade anlam örgüsüne kulak kabartması, yani tefekkür yolu ve hiç değilse inkâr eyleminin sonuçlarını öngörmesi, yani tedebbür yolu kalmaktadır. İnanmayan insan, bunu başarabilse ve onu çevreleyen şirk karabasanını dağıtarak, nefsinin boyunduruğundan çıkabilse, maveraya ve ruhunun gerçekte ait olduğu ötelere kanat çırpabilir ve bambaşka bir insan olabilir. Ama hani! Velîd bin Mugîre, hakikati itiraf etmek için bir adım daha atmamıştır. Oysaki söylediği sözler, onun, hakikatin çevresinde gezindiğine bir işarettir. Velîd bin Mugîre daha bugün gibi taptaze, Mahzûn oğullarının karşısına dikilmiş anlatmaktadır: “Az önce Muhammed’den öyle sözler işittim ki ne insan sözü, ne cin sözü… Tatlı olduğu kadar göz alıcı… Köklerinden bereket ve hayat fışkıran, salkım salkım meyveleriyle dalları göklere uzanan muhteşem bir ağaç kadar görkemli… Hayır, hayır, bu bir insan sözü olamaz...” (Hâkim, Müstedrek, II, s. 550.)

Bunları söyleyen Velîd bin Mugîre’dir. Bu kişi, üzerine kara bir cehaletin çöreklendiği bir idraksizliğe mahkûm olmuş bir adam mıdır? Gerçekten bu, olabilir mi? Ama öyle... Kur’an, Velîd bin Mugîre’yi şu sözlerle anlatır: “(...) Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti! Sonra (Kur’an hakkında) derin derin düşündü. Sonra yüzünü ekşitti, kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp şöyle dedi: ‘Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir. Bu, ancak insan sözüdür.’” (Müddessir, 74/20-25.) Kendisini zorla inkâra sürükleyen bir insanın hâlidir bu... Ne acı! Son bir adım atsa, ilahi hakikati kabul edecek yerde, yüz çevirmek ne kadar hazin! Kuşkusuz bunda servetini ve elde ettiği haksız kazanç düzenini koruma arzusu da etkilidir. Aslında müşrikler, vahyi inkâr ederken, buz gibi bir mantık yanlışı yapmaktadırlar. Onlar, Velîd bin Mugîre’nin yaptığı gibi Hz. Muhammed’i, (s.a.s.) aynı anda bir taraftan, -bir ölçüde- akli bir meleke gerektiren sihir yapmakla suçlamaktadırlar. (Müddessir, 74/24-25.), diğer taraftan onu, akli bir melekenin bulunmasının söz konusu olmadığı delilik ile tanımlamaktadırlar. (Kalem, 68/2.) Bu durum, onların çelişkiler yumağı içinde, sağlıklı bir düşünme metodunu büsbütün yitirmiş olduklarını göstermektedir.

Onlar, Kur’an’ı sihir olarak tanımlasalar da gerçekte Kur’an, metafizik âlemle bu dünya arasında güçlü bir bağdır. Bu gerçek, ilahi kelamda, Kur’an’ın “kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulp” (Bakara, 2/256.) olduğu şeklinde, muhteşem bir anlatımla ifadesini bulmaktadır. Bu doğrultuda Kur’an-ı Kerim, insanda tefekkür ve düşüncenin kapısını aralamak ister. Allah, fizik ve metafizik arasında, ruhu, ilahi esintinin yörüngesine katacak birçok bağlantı yolu yerleştirmiştir. Vahyin soluğu “Kur’an-ı Kerim”, harikulade matematik ve müzikal denge ve ritimden ibaret “kâinat”, hafızalarda yerleştirilmiş “ilahi hatıra ve hakikat duygusu” bunların başında gelir. “Bedenlere ilahi bir esinti olarak ruhun üflenmesi (nefh)”, “ruhun manevi riyazet, derin hikmet ve ilme dayalı tefekkürle aydınlanması (işrâk)”, “ilahi tecellinin aynası olan kalplerin ilahi nurlara gark olması (tenvîr)”, “ilahi hakikatlerin Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak, varlık dünyasında taşıp durması (feyz)” ve “fıtrata, yani kalbe, ruha ve dimağa beraberce nakşedilmiş hatırlama (tezekkür) gücü” ve daha nicesi...

Nihayetinde insan, görünen şehadet âlemi ile kuşatıldığı kadar, görünmeyen gayb âlemi ile de kuşatılmıştır. Hatta insanın gayb âlemi ile kuşatılması, şehadet âlemi ile kuşatılmasının çok ötesindedir. Yeter ki insan, bu gerçeğe doğru bir adım atabilsin. Bunun için insan, kendi ruhunu örten, dimağını ve vicdanını örseleyen olgulardan kurtulmak üzere biraz gayret etmelidir. İnsanın bunu yapabilmesinin tek yolu, mikro ve makro âlemde ya da daha geleneksel ifadesiyle enfüste ve afakta, Allah’ın, kâinatı idare ettiğine dair Kur’ani ve kevnî ayetler üzerinde tefekkür etmesi ve nefsini arındırmasıdır.

Ruh, Allah’ın hakikatine ulaşmak için ilimle beslenmelidir. Bunun yanında bilgi, tezekkür olgusunu, tefekkür ve tedebbür ile; varlığın derin yönünü düşünmeyi ifade eden tefekkür olgusunu ise varlığın mekanik yönünü düşünmekten ibaret olan tefkîr ve istidlal ile birleştirir. Allah Resulü bilgiyi elde etmek isteyenlerin, meleklerin kanatları ile himaye edildiğini ifade eden hadisi ile bu gerçeği dile getirir: “Her kim ilim talep ettiği bir yola girerse Allah, onun için cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, ilim öğrenenlere, bu gayretlerinden memnun olmaları nedeniyle kanatlarını gererler...” (Ebu Davud, İlim, 1.)

İlahi emanetin insana yüklenmesi, varlık hiyerarşisinde insanın mertebesini olabildiğince yükseltmiştir. Bu ölçüde insan, vahyin ve nebevi sünnetin, ondan talep ettiği doğru ve geçerli akıl yürütme, mantıklı düşünme, ruh ve madde bütünlüğü içerisinde fiziki ve metafizik boyutu ile varlığa bir bütün olarak yaklaşma mesuliyetinde ve şuurunda olmalıdır. İnsan, sonsuz kurtuluşu istiyorsa, kendisini çevreleyen fasit çemberi kırarak, hakikatin bilgisine talip olmalıdır. Ölümsüzlük denilen şey, başlangıcı olan, sonsuz bir hayattır. İnsan, bunun idraki içinde kendi acizliğini itiraf ederek, düşünme ve idrak yolculuğunda, ruhu ve aklı ile birlikte hareket etmek zorundadır. İnsan, Allah’ın, her an onun ruhunda kendisiyle beraber bir bulunuş hâlinde olduğunu fark ettiğinde insanın duyuları ve eylemleri, ilahi bir nefha ve himayeye muhatap olmaktadır. (Buhari, Rikâk, 38.) ve bu sayede insan, kâinatı bu dünyayı aşan bir ufukla kavramaktadır. Bu ise bilimin ve vahyin aynı kaynaktan olduğunu fısıldamaktadır akıl sahiplerine ve varlığa çok yönlü bir idrak ve tefekkürle yaklaşmanın gereğini vurgulamaktadır kulak verenlere...