Makale

İYİLİĞİN KURUMSALLAŞMASI: VAKIF MEDENİYETİ

İYİLİĞİN
KURUMSALLAŞMASI: VAKIF MEDENİYETİ

Umut Güner

Tarih boyunca toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olan vakıf­lar, bilhassa ilk çağlardan itibaren insanlık tarihinin vazgeçilmez müesseselerini teşkil etmiştir. Türk ve İslam medeniyeti ile özdeş­leşen vakıf düşüncesi, esasında İlk Çağ uygarlıklarında da görülen bir toplumsal yardımlaşma örneğidir. Nitekim Sümerler ve Hititler başta olmak üzere bu dönemlere ait vakıfnamelere rastlanmış ol­ması, vakıf düşüncesinin kadim bir gelenek olduğunun işaretidir. İslamiyet öncesi Türklerde de vakıf düşüncesinin varlığı bilinmek­tedir. Bilhassa Doğu Türkistan’da Turfan kazılarında Uygurlara ait vakıf metinleri bulunmuştur.

İnsan yaşamının bir cilvesi olan yalnızlık, yardıma muhtaç olma ve düşkünlük durumları insanoğlunun yeryüzünde ilk zuhurundan itibaren söz konusu olmuştur. Dolayısıyla tarih boyunca gerek zengin insanların münferit yardım faaliyetleri, gerekse devletlerin toplumsal birlik ve beraberliği sağlamak amacı ile hayır işlerinde bulunduğu görülmektedir. Bu düşünceden hareketle tarih boyun­ca vakıf adında kavramsallaşan yardım kuruluşları, organizasyon­ları ve toplulukları var olmuştur.

Vakıf ve yardımlaşma müesseselerinin asıl zirve noktasına ulaş­ması ise semavi dinlerin iyilik ve yardımlaşma ile ilgili öğretileri vesilesiyle olmuştur.

Vakıf kelimesi Kur’anda doğrudan geçmese de kelimenin kavramsal çerçevesini çizen ve muhtevasını oluşturan değerlerin izlerine rastlan- maktadır Özellikle de İslam düşüncesinin toplumsal birlik ve beraber­liğe atfettiği önemle birlikte müminlerin hayırda yarışmaları gerektiği inancı ve felsefesi, Müslüman devlet ve toplumların esas dinamiğini oluşturmuştur. Bilhassa Peygamberimizin (s.a.s.) şahsında eylem ve sözleri ile muazzam bir örnekliğe ulaşan Allah adına hayırda yarışma, iyilik ve yardımda bulunma, bütün Müslümanlar için en önemli husus­lardan kabul edilmiştir. Nitekim Müslümanların yardımlaşması, yetimi, fakiri gözetmesi, onlara iyilik yapması, infakta bulunması gerektiği ile ilgili ayetlerin sayısı Kur’an da oldukça fazladır. Pek çok ayette namaz emrinin hemen ardından zekât emredilmiştir.

Vakıf müesseseleri, İslam devletlerinde özellikle başta hükümdar olmak üzere, bürokraside bulunan devlet adamları ile toplumun zengin ve varlıklı kişileri tarafından yürütülmüştür. İslam coğrafyasının her yanında bulunan mescit ve camiler, mektep ve medreseler, imaretler, tekke, hankah ve zaviyeler, kütüphaneler, misafirhaneler, hastaneler, çeşmeler ve sebiller, hamamlar, makbereler, yollar ve köprüler, kervan­saraylar önemli isimlerce kurulan vakıfların netice­sinde inşa edilmişlerdir.

Hz. Peygamber’in döneminden itibaren insanların ihtiyaçları için gerekli vakıflar kurulmaya baş­lanmıştı. Bu faaliyetler belirli bir sistem ve düzen içerisinde olmasa da cami, mescit, şifahane veya pazarlar kurulması için arsalar bağışlanmaktaydı. Özellikle de buralarda görevli olanların maaşları Beytü’lmâl’den yani devlet hazînesinden öden­mekteydi. Bu hususta Mısır’da bir tarım arazisinin gerçek vakfa dönüştürülmesiyle ilgili en eski vakfiye Abbasîler dönemine aittir.

İslam fetihlerinin artması, yeni coğrafyalarda siyasi ve askerî faali­yetlere girişilmesi ile birlikte özellikle bu bölgelerde meydana gelen savaşlar neticesinde harap vaziyete gelmiş şehir ve beldelerin imar ve inşa faaliyetleri de vakıflar eliyle yapılmaktaydı. Aynı zamanda savaş hasarlarının giderilmesi ve mücadeleler neticesinde zarar gören halk­ların ihtiyaçları için ilk olarak yeni fethedilen bölgelerde vakıflar tesis edilmekteydi.

Vakıfların faaliyet alanları oldukça geniştir. Belirli bir iş için vakfedilmiş vakıflar olduğu gibi muhtelif hususlarda yardım faaliyetleri düzenle­yen vakıflar da vardı. Ünlü seyyah İbn Battûta’nın eserinde vakıfların hizmet alanları arasında hacca gidemeyenleri hacca göndermek, fakir aile kızlarının çeyizlerini tedarik etmek, esirleri hürriyete kavuşturmak, seyyahlara yiyecek ve giyecek temin etmek ve onların ülkelerine dönebilmelerini sağlamak, sokakları düzenlemek, kaldırımları yapmak gibi faaliyetlerden bahsettiği bilinmektedir. Fakat en çok tesis edilen vakıfların insanların temel gereksinimlerini karşılamak amacı ile kurulan vakıflar olduğu bilinmektedir. Bu nedenle de Türk-İslam coğrafyasının hemen her yerinde insanların karınlarını doyurması için aşevleri, kalacak yerleri olmayanlar için barınma alanları, hasta ve müşkül durumda olanlar için hastane imar eder vakıfların sayısı oldukça fazlaydı.

İnsanların temel ihtiyaçlarının karşılandığı vakıf müesseselerin- den sonra en çok inşa edilen, cami ve mescitlerdi. İbadethanelerin yanı sıra Müslüman inancında eğitim ve öğretime özel bir önemin verilmesi neticesinde mektepler, medreseler, dârülkurrâ ve dârülhadisler de vakıflar olarak inşa edilmekteydi. Tesis edilen kurumların gereken bütün ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanmaktaydı.

Vakfiyelerde belirtildiğine göre medreselerde verilen dersleri okutmak için bazı camilere müderrisler, muhaddisler ve dersiâmlar tayin edilmişti. İnşa edilen her vakfın amaç ve misyonları ile hizmet şartlarının yazılı olduğu vakfiye metinleri vardı.

Vakıflarda mektep ve medrese talebelerine, tekke ve zaviye dervişlerine, yörenin fakirlerine, zengin ve fakir bütün yolculara parasız yemek veriliyordu. İstanbul külliyelerine bağlı imaretle­rin her birinde günde ortalama 500-1000 kişinin yemek yediği bilinmektedir. 18. yüzyılda İstanbul imaretlerinde her gün yemek yiyenlerin sayısı­nın 30.000’den fazla olduğu kaynaklarda ifade edilmektedir. Türk-İslam coğrafyasının muhtelif yerlerinde inşa edilen vakıflarda ırk ve din ayrımı gözetmeksizin muhtaç ve müşkül durumda bulunan herkese yardım edilmekteydi.

Özellikle Türk-İslam tarihinde hükümdar ve aile­leri tarafından kurulan vakıfların sayısı oldukça fazladır. Devlet yöneticisinin bu tür girişimleri sosyal devlet anlayışının bir tezahürüdür. Nite­kim Türk ve İslam devletlerinde hükümdarların hayır işlerinde ve vakıf tesisinde birbirleri ile yarıştıkları görülmektedir. Vakıfların kuruluşu, birlik ve beraberliğin sağlanması ile refah sevi­yesinin artırılması düşüncesi, Fârâbî tarafından el-Medînetü’l-fâzıla adlı meşhur eserinde tasarlanıp kurgulanmıştır. Vakıfların kurul­ması ve devamlılığı birçok düşünür tarafından erdemli bir devletin, hükümdarın ve toplumun en önemli özelliklerinden biri olarak düşünülmüştür.

Bugün bizim medeniyetimizin en önemli örnekliğini teşkil eden Mekke, Medine, Dımaşk, Bağdat, Kahire, Kayrevan, Kurtuba, Tebriz, Semerkant, Buhara, Adana, Konya, Bursa ve İstanbul gibi şehirle­rimiz, vakıf medeniyetinin birer ürünüdürler. Bu şehirlerin imar ve ihyası tarih boyunca bünyesinde barındırdıkları vakıflar ile olmuş­tur. Hatta bu şehirlerin ulaşım için gerekli olan birçok yol, köprü, deniz feneri ve kale, büyük ticaret yolları üzerindeki konak yerleri ve kervansaraylar her zaman vakıfla­rın desteğiyle inşa edilmiştir.

Kurulan vakıfların dinî ve siyasi yönleri de bulun­maktaydı. Nitekim yeni fethedilen bölgelerde yerel halk ile kaynaşmak, onların İslam dinini kabul etmesini sağlamak gibi hususlar için de özellikle vakıflar kurulup finanse edilmekteydi. Örneğin Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından Haçlı Seferleri sırasında esirlerin fidyelerinin ödenmesi için dahi vakıflar kurulduğu bilinmektedir. Fethedilen bu bölgelerin İslamlaşması, vakıf müesseseleri ile hızlandırılmaktaydı.

Tarihimizde vakıfların çeşitliliği oldukça fazladır. İnsanların ve diğer bütün canlıların ihtiyacı olabi­lecek hemen hemen her konuda vakıfların kurul­duğu görülmektedir. Özellikle tarihimizde tesis edilmiş olan, leyleklerin beslenmesi için kurulan leylek vakfı, insanların dinlenmeleri için bahçe olarak kurulmak üzere bağışlanan arsa vakıfla­rı, insanların meyve ihtiyaçlarını gidermesi için meyve vakfı, piknik vakfı, duvar ve sokak temizliği vakfı, evlendirme vakfı, yetim çeyizi donatma vakfı, köprü yapım vakfı, misafirleri ağırlayan vakıf, helva dağıtma vakfı, pabuç parası veren vakıf gibi vakıf­lar tarihimizdeki en meşhur vakıf örneklerindendir.

Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Türk-İslam medeniyeti vakıf medeniyetidir. Tarihte eşine az rastlanacak incelikte ve güzellikte kurulmuş olan vakıfların çoğu başta Selçuklular ve Osmanlılar eliyle kurul­muştur. İslam dininin hayırda, yardımlaşmada ve iyilikte bulunma hususunda Müslümanlara verdiği yükümlülükler, akla ve hayale gelebilecek her türlü vakfın kurulmasıyla yerine getirilmeye çalışılmıştır.

1836’da kurulan Evkâf-ı Hümâyun Nezareti ile birlikte vakıflarımız yavaş yavaş tarihe karışmaya yüz tutmuştur. Bugün münferit olarak faaliyetlerini yürüten başarılı vakıflarımız olsa da tarihimizdeki o incelikli ve sistemli vakıflar artık yok olmuştur.

Günümüzde devlet ve millet olarak sosyal refah ile birlik ve beraberliğin gerekliliğine olan ihtiyacımız aşikârdır. Bu sebeple de tarihimizin medeniyet kurucu unsurlarından olan vakıflarımızın sahip olduğu felsefeyi tekrardan benimsememiz ve ihya etmemiz gerekmektedir.