BANT
Abdurrahman Alkan
Toprak damlı, tek odalı evimizdeyiz. Mevsim kış. Bembeyaz karların üzerine erken düşen karanlık ve donduran bir ayaz, herkesi evine topluyor.
Annemin, üzerinde üç öğün yemek pişirdiği, romatizmaları için kiremit ısıttığı, babamın abdest için sıcak su aldığı büyük kazanıyla kuzinemiz; bütün yüklerini, yolcularını almış harekete hazır bir lokomotife benziyor. Kuzine, köyde bir sobadan daha fazla bir şeydir. Ev halkından biridir o. Yokluğu tahayyül ve tahammül edilemeyecek bir uzuv gibidir.
Usul usul yanan meşe odunları hem kuzineyi hem de evi şenlendiriyor. Bakır çaydanlık kendine mahsus bir makamla bestelediği türküye başlıyor inceden. Ev, neşesini buluyor. Üst üste toplanan yatakların üzerinde kendine bir köşk kuran kedimiz esniyor ve iyice yayılıyor yorganların üzerine. Kuzinenin hâsıl ettiği sıcak ve güven veren
bir huzur, odanın her yanına yayılıyor. Hepimiz tahta sedirin üstüne toplanmışız. Annem, ablam ve ben. Ortada, İzmir’de inşaatta çalışan abimin getirdiği pilli bir teyp var. Ablam, lambayı duvardan indirip teybin yanına koyuyor. Yaprakları sararmış bir kitabı rahlenin üzerine koyan babam, üzerinde iki siyah zeytin ve üç yeşil yaprak resminin olduğu küçük teneke zeytinyağından bir yudum alıyor ve gelip teybin başına oturuyor. Annem merak ve gurur karışımı bir duygu içinde biraz geride oturuyor. Evin en küçüğü ben, babamın hemen yanı başında yerimi alıyorum.
Herkes hazır. Ablam, babamın gözüne bakıyor ve “Tamam” işaretini alınca kırmızı renkli Rec düğmesi ile Play düğmesinin ikisine birden basıyor.
Babam, sesindeki ilk karıncalanmaları çabuk atıyor. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde ahenkle ilerliyor. Sonra Kıssa-i Yusuf’a geçiyor. Lambanın sarı ışığında Yusuf’un hikâyesi babamın dalgalı sesinden yavaş yavaş dökülmeye başlıyor. Dertli baba Yakup, kuyu, hasetçi kardeşler, küçük kardeş Bünyamin ve Zeliha... Bir masalın içindeymiş gibi hissediyorum kendimi. Lambanın cılız ışıkları zamanın ötesine götürüyor beni.
Yusuf’u çok seviyor babası. Babam da beni çok seviyor. Kardeşleri Yusuf’u sevmiyor. Babalarını kandırıyorlar. Dağa gidiyorlar. Yollarında derin bir kuyu var. Bizim Maden Dağı’ndaki kuyudan derin mi acaba? Hasetten daha derin ve karanlık kuyu var mı yeryüzünde? Bir kurdun kanı sürülüyor gömleğine. Kurdun aklına gelmeyen geliyor akıllarına. Kederli bir baba yüreğine teselli kanlı gömlek. Herkesin bir hesabı var ama her şeyi görenin de bir hesabı var. Küçük Yusuf, kuyuda boğulmuyor.
Babamın dokunaklı sesi, bizi hiç bilmediğimiz memleketlerde dolaştırıyor; Kenan ili, Mısır.. Ben, hayalin peşinde kayboluyorum. Abimin coğrafya kitabındaki haritadan yer beğeniyorum Yusuf’un hikâyesine.
Lambanın mahzun ışığında sesi dalgalanıyor babamın. Yusuf’un hikâyesi mısra mısra canlanıyor hayal dünyamızda. Bezirgân Yusuf’u kuyudan çıkarıyor. Küçücük yüreğimde masum bir mutluluk duyuyorum. Yusuf, Mısır’a sultan oluyor. Kötü kalpli kardeşlerin hileleri ayaklarına dolanıyor. Sultanın önünde eğilip af diliyorlar. Yusuf affediyor. Hikâye güzel bitiyor. İyilerin kazanmasına çok seviniyorum. Mutluluğum artıyor. Yüzümde aydınlık bir güneş...
Yusuf’un hikâyesini bitiren babam bir nefes alıyor. Ablam teybi durduruyor. Babam zeytinyağından küçük bir yudum daha alıyor. Tekrar başlıyor. En sevdiği kişiye, Yunus Emre’ye geçiyor. “Yuunus” diyordu; birinci ‘u’yu uzatarak. Çok sevdiği bir arkadaşından bahseder gibi. Kerpiç bir evde yaşayan ihtiyar babam, hayatını bir lokma bir hırka müstağniliğinde geçiren Yunus Emre’yi kendine yakın hissediyordu. Zamanlar farklı olsa da aynı toprağın ruhunu paylaşmış olmanın yakınlığını.
İnsanın, sadece kendisinin yazdığı şiirleri okuyabileceği bir benimseyişle okuyordu onun şiirlerini. “Yalancı Dünyaya Konup Göçenler” şiirini her okuyuşta ömürleri bu toprak evde geçen annesini babasını hatırlamanın verdiği hüzün, gizlemek istese de sesine yansıyordu.
Annesinin uzun yıllar hasta olarak günlerini geçirdiği tahta karyolada şimdi kendisi yatarken “Bir Hastaya vardın ise / Bir yudum su verdin ise.” ilahisinin çağrışımları kalbini dağlıyordu muhtemelen.
Yunus Emre’nin en sevdiği şiirini okuyor o gece. İnsanın içini yakan bir ezgiyle “Geldi Geçti Ömrüm Benim” şiirini terennüm etmeye başlıyor usulca. Fani hayatın çok hüzünlerini görmüş birinin hisleriyle. Dünyanın geçici olduğunu, ömrün bir hayhuy içerisinde gelip geçtiğini ama geçtiğini anlatıyor şair. Babam, kendine mahsus bir makamla Yunus’un bu hikmetli sözlerini daha anlaşılır kılıyor bizim için.
O gece, “Bu dünyada bir nesneye / Yanar içim göynür özüm. / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi.” mısralarında babamın sesinin daha bir titremesine bir anlam veremiyorum. Yıllar sonra, babamın henüz “gök ekin” yaşlarında ağabeyini kaybettiğini öğrendiğimde sorularım cevap bulmuş olacaktı. Genç yaşta ölen amcamın isminin bir hatıra olarak bana verildiğini de öğrenmiş olacaktım böylece.
Neden sonra babamın sesi duruyor. Ablam, teybi durdurup bandı çıkarıyor. “Biraz boşluk var.” diyor. Babam o an, bana bakıp gülümsüyor. “Hadi” diyor, “Söylediklerimi tekrar et.” Teybin yanına yaklaşıyorum. İçimde biraz heyecan biraz endişe. Babamın gözlerine bakıyorum. Gülümsüyor. Cesaret alıyorum.
Babamın, evimizi dolduran gür sesi kulaklarıma doluyor: “Elif, Be, Te...” Zayıf hançeremden çıkan ince bir ses babamı takip ediyor. Elifba bitiyor.
“Aferin.” diyor babam. Dünyalar benim oluyor. Bir işi başarmanın mutluluğu doluyor içime. “Hadi şimdi de bir ezan oku bakalım.” İlk tedirginliğini üzerinden atan çocuk, caminin şerefesinde ezan okuyan babasını taklit ederek elini kulağına götürüyor: Allahu Ekber Allahu Ekber... “Hayyales- salah”ı uzatırken sesi yetmiyor çocuğun. Durup nefes alıyor, sonra kaldığı yerden devam ediyor “Hayyalessalah”ın ‘a’sına. Yüzlere bir gülümseme yayılıyor. Bant doluyor.
Şakir Hoca’nın bant doldurduğunu duyan komşular, gelip bandı isteyecekler. Memleketler aşarak yerini sadece bilmesi gerekenlerin bildiği bir dağ köyüne nasıl ulaştığı bilinemeyen siyah “Sanyo” bant, teybin içinde ağır ağır dönecek.
Ev ahalisi, sesleri kayıt altına alarak muhafaza eden ve evden eve gezdiren teybe tuhaf bir varlık gibi bakacak. Kuzine sobada yemek yapan anne, kanaviçe işleyen nişanlı kız, bilmem kaç defa okuduğu resimli hikâye kitabını karıştıran küçük oğlan, kucağında mırıldanan kediyle oynayan küçük kız, beyaz yazmasıyla torununu kucağında tutan nine, evin köşesindeki muslukta oturduğu tahta taburede naylon testiden abdest alan dede bir süre işlerine ara verecek ve yüksekçe bir yere konan teypten gelen bu sese hayret ve ilgiyle kulak kesilecekler. Teybin ileri geri sarma düğmesi pili bitireceğinden sevdikleri yeri tekrar dinlemek için bandı çıkarıp kalın örgü iğnesiyle sardıracak ve tekrar dinleyecekler.
Cep telefonunun, televizyonun daha doğrusu elektriğin olmadığı masalsı bir zamanda siyah bir bant, köydeki bütün evleri dolaşacak. Ve Yusuf’un mahzun hikâyesi, kahir ekseriyeti bir odaya sığışmış evlerde yayılacak. Bir zaman sonra ise, uzun bir yolculuğa çıkacak. Plazala- rın, renkli, ışıklı lüks binaların arasından yol bulacak; ışıkları, devinimleri geride bırakacak ve şehrin dar, ışıksız sokaklarından ilerleyip küçük bir gecekondu mahallesine ulaşacak.
İki göz bir evde oturan abla, kardeşinin valizinden köy bulguru, peynir ve pekmezin yanında bir mucize olarak çıkan siyah Sanyo bandı görecek. Anlayacak hemen. Bulguru, peyniri bırakacak bir yana. Hemen üstü beyaz dantel ile örtülü teybin yanına koşacak.
Elleri heyecandan birbirine dolaşarak bandı teybe yerleştirecek. Teybin düğmesine heyecanla basacak. Babasının, o bildiği dokunaklı sesini duyacak. Hasretle dinlemeye başlayacak. Yusuf’un gurbetini kendi gurbetine bir tutacak. Engel olamadığı bir damla gözyaşı süzülecek belki yanaklarından. Doğduğu günü daha dün bildiği küçük kardeşinin ne kadar çabuk büyüdüğüne hayret ederek, yetişmeyen sesiyle ezan okuyuşunu özlem dolu bir gülümsemeyle dinleyecek.
Gurbetteki kız için hayat olacak bu sesler. Ailesi seslerini göndermemişler de penceresini kuş resimli eski bir perdenin örttüğü şu küçücük evine sanki hep birlikte toplanıp gelmişler. İki kanepeye diz dize oturmuş da koyu bir sohbetin içine dalmışlar. Yüzlerde bir bayram sevinci. Oda küçük ama yürekler genişlemiş.
İzmir’in en aranılan duvarcısı Halil Usta, akşamleyin eve geldiğinde yıllar önce iki bavul bir yürek köyden beraber çıktığı eşinin gözlerinde ıslanan hasrete ortak olacak. Uzaklarda kalan memleketten bir rüzgâr getiren sesleri dinlerken bir sevinç gelip konacak kalbine. Tuğlaların, sıvaların, harçların arasından geçip gelen ferah bir dağ esintisi, güneşin kavurduğu yüzüne dokunacak. Kim bilir kaç kere yaşayacaklar bu duyguyu.
Memlekete bir gelişlerinde yanlarında getirecekler siyah bandı nasılsa. Sonra izi kaybolacak işte. “Şuradaydı.” denecek, “En son şunlar almıştı.” denecek ama siyah Sanyo bandı gören olmayacak.
Bir kış gecesini masala çeviren o sesler bir daha bulunamayacak. Yusuf’un hikâyesine can veren Şakir Hoca’nın sesi ve küçük çocuğun yarım kalan ezanı, semaya uçup gidecek. Ne Yusuf kalacak geriye ne kuyu ne bezir- gân ne de sarı ışıklı toprak evlerde Yusuf’un hüznüne ortak olan insanlar. Savrulup gidecekler. Tıpkı eski hayatlar gibi. Hiç yaşanmamış gibi.
Yıllar sonra insanlar “Sahi, biz bunları gerçekten yaşadık mı?” diyecekler. Ve toprak damlı, tek odalı evde geçen o kış gecesi, hayal olup gidecek fani dünyada. Tıpkı o gece orada olanlar gibi.