Makale

AFETLERİ GÜNAHA BAĞLAMAK

AFETLERİ GÜNAHA BAĞLAMAK

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Hocam! Zaman zaman çeşitli afetler yaşıyoruz. Bakıyorum herkes bu tür afetleri bir yer­lere bağlıyor. Kimi günaha ve isyana, kimi Allah’a, kimi yer­yüzünün derinliklerine. Ma­şallah herkesin bir fikri var! Ama kimse üstüne almıyor?

Ne demişler, suç samur kürk olsa kimse üstüne almaz. Her­kes ya Allah’a bağlar ya şeytana. Üzerinden atar sorumluluğu. Zaten bizim kaybedişimiz de bu noktadan. Görevini yapmadan hak aramak, hatta başkasına görev hatırlatmak. Bugünün insanına mahsus diyeceğim ama eskiden de varmış. Demek ki insanoğlunun her dönemdeki hastalığı bu.

Hocam şu afete gelsen.

Geleceğiz de. Efendim bizim oralarda buna afat derler, en genelgeçer tabiriyle sel ve dep­rem gibi olaylar için kullanılır. Afet, bela ve musibetin en bü­yüğü, insanın altından kalka­mayacağı veya önleyemeyeceği olay.

Bunların insanla ilgili yanı merak konusu.

Bunu eskiler de düşünmüş. İs­lam bilginleri kötülüğü temelde ikiye ayırmışlar: Birincisi doğal olan, ikincisi iradeye bağlı olan. Doğal olan, doğada bulunan ve var olması hususunda insanın bir etkisi veya katkısı olmayan. Dolayısıyla bunların varlığın­dan insan sorumlu değil. Ancak insan, bunları bilmek ve ona göre davranmaktan sorumlu. Söz gelimi yılan zehirlidir. Yı­lanın zehirli olmasına insanın herhangi bir katkısı yok. Ancak zehirli olan yılanla ilişkisini be­lirleme farklı. İşte sorumluluk burada başlıyor. Eğer insan ze­hirli olan yılana tedbirsizce yak­laşır ve zarar görürse sorumlu kendisi, yılan değil. İşte böyle sorumsuz ve tedbirsiz davranış sonucu meydana gelen kötü­lüklere, iradeye bağlı şer anla­mını veriyor İslam düşünürleri.

Bunu afetlere bağlarsak...

Mesela deprem de benzer şe­kilde doğal bir yer hareketi. İn­sanın bu yer hareketini meyda­na getirmesi de durdurması da söz konusu değil. Dolayısıyla bu hareketten sorumlu da değil. Sorumluluğu, bu harekete yak­laşımında. Birinci olarak, bunu bilmek ve ona göre tedbir al­mak. Tedbir almak, deprem fay hatlarından uzak durmak, sağ­lam zemine yerleşmek, sağlam bina yapmak gibi. Bu gibi so­rumluluklarını yerine getirme­yen insan, suçu depreme veya başka şeylere atıp geçemez. Zaten kişiye, “Niye deprem meydana getirdin?” diye sorul­maz. Çünkü insanın buna gücü yetmez. Depremler, Allah’ın yeryüzüne koyduğu kanun ve nizamın bir parçası. Bu tür olay­lara, İslam âlimleri adetullah adını vermiş, bugünün bilginleri de doğa olayı diyorlar. Adına ne derseniz deyin, bu ve benzeri afetler, insanı aşan ve sorum­luluk gerektirmeyen olaylardır. İnsanın burada sorumlu tutu­lacağı nokta tedbirdir. Yukarıda zikredilen yılanın zehirlemesin­de de aynı durum söz konusu­dur. İnsan, yılanın zehirli olma­sından değil, ona karşı tedbirsiz davranmasından sorumlu.

İnsan bütün tedbirlerini al­masına rağmen yine de musi­bet olursa...

Bu durumda insan sorumlu­luktan kurtulmuş olur. Ancak sorumluluktan kurtulmak, mu­sibetten kurtulmak anlamına gelmez. Bu noktada başka bir husus devreye girer: İmtihan. İnsan bu olaylarla sınanmakta. Bu sınama sadece musibete maruz kalanlar için değil, çev­redekiler için de geçerli. Hayat bir yarış: kaçma ve kovalama. Bu yüzden hep bir yerlere ye­tişmeye ve hep bir şeylerden kaçmaya çalışırız. Bazen yeti­şemez, bazen kaçamayız. Yetişemeyince kaybeder, kaçama­yınca maruz kalırız. Bu hayatın gidişatını değiştirmek bizim eli­mizde değil. Böyle kurulmuş ve böyle devam etmekte dünya. Bazen yetişememek ve kaça­mamak, hayal kırıklığı meydana getirirken; bazen de tam tersi­ne sevince dönüşebilir. Yetişe­mediğimiz bir uçağın düşmesi, maruz kaldığımız bir hastalığın düşen uçağa yetişmemize en­gel olması gibi. Zaten Yüce Ya­ratıcı da kitabında “.Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz.” (Bakara, 2/216.) der. Ama neyin hayır, neyin şer olduğunu tam da bilemeyiz. Bunu sonuçlar gösterir ve biz sonuçları ancak olduktan sonra görürüz.

Neden böyle?

Çünkü bizim doğal birtakım engellerimiz var. Bunların ba­şında zaman ve mekân gelir. Gelecek zamanı ve bulunmadı­ğımız mekânı bilme imkânımız yok. Bunlara dönük hesap ve planlarımız tahminden öteye geçmez. Kesin olan, gerçekle- şendir. Gelecekteki her şey bir ihtimaldir. Bu ihtimalleri hesap eder, en uygun ve doğru olanı tercih ederiz. Artık gerisi bizim sorumluğumuzdan çıkar. Bek­lemekten ve kesin olana boyun eğmekten başka çaremiz yok. Her gerçekleşen olay, yeni so­rumluluklar getirir ve yeni ka­rarlar almaya zorlar. İşte hayat böyle bir yarıştır.

Bunun afetle alakası ne?

Ne demiştik, afetten değil, ted­birden sorumluyuz. “Deprem değil, binalar öldürür.” diyenler bu yüzden haklı. Ama afet ol­duktan sonra yeni sorumluluk­lar doğar. Afetten en az zararla nasıl kurtuluruz ya da kurtarırız. Bu sorumluluk, sadece afete maruz kalanlar için değil, kal­mayanlar için de söz konusu.

Kalmayan neden sorumlu ol­sun ki?

Onların sorumluluğu afete ma­ruz kalanlara yardım ve destek. Afete maruz kalanlar, afet ile sınav verirken kalmayanlar on­lara karşı tutumları noktasında sınav vermekteler. Maruz kal­mayan “Bana ne?” deyip işin içinden sıyrılamaz. Bu dünyada olmasa bile öte dünyada Allah bunu ondan sorar. Çünkü hayat yarışı içinde insanın başına ne zaman, nerede ve ne geleceği belli olmaz. Onun için eskiler bugün ona yarın sana demişler. Çünkü gelecek, hiç kimse için garantili değil. Allah sistemi böyle kurmuş. Bizim sorumlu­ğumuz buna göre davranmak. Bu kaçma kovalamacada, ba­zen kaçan bazen kovalayan olu­ruz; bazen düşen, bazen düşeni kaldıran. Her halükârda bir sı­nav içindeyiz.

Sözü bağlarsak hocam...

Allah evreni yaratmış ve bir sis­tem kurmuş. Evren içinde dün­ya denilen bir gezegendeyiz. Bu gezegenin de Allah tarafından kurulmuş bir işleyiş sistemi var. Dört mevsim, aylar, günler, sa­atler; soğuk, sıcak, ıslak, kuru; seller, depremler, yangınlar... Bütün bu gerçekliklerin varlı­ğından sorumlu değiliz. Bunlara yönelik tutum ve davranışları­mızdan sorumluyuz. Bu yüzden doğal afetleri bir günaha bağ­lamak hiç de doğru değil. Bu­radaki günah, tedbir almamak, zaman ve zemine uygun karar vermemek, ihmal etmek; afete maruz kalana kayıtsız kalmak, yardımdan kaçmak, hatta bunu fırsata çevirmek, gözü açıklık veya açgözlülük yapmaktır. Eski büyük bilginlerimizden İmam Matüridî şöyle der: “Geçmişte helak olmuş milletler, sadece küfür işledikleri için değil yer­yüzünde bozgunculuk çıkar­dıkları ve Allah’ın kanunlarına karşı inatlaşma içine girdikleri için helak olmuşlardır.” (Matüridî, Te’vilât Ehli’s-Sunne, III, 135,141; İsra 17/4,15 ayetleri tefsiri.) Demek ki afetler karşısında büyük za­rarlara uğramamız, Allah’ın do­ğaya koyduğu kanunlara karşı inatlaşmamız yüzünden. Bugün yaşadığımız çevre sorunlarının çoğunun sebebi, bozguncu ta­vırlar ve doğa olaylarına karşı inadına kayıtsız ve aykırı davra­nışlar değil mi?

Vallahi haklısın! Doğru söze ne denir?

Keşke herkes tedbirini alsa da kimseye kıl kadar zarar gelme­se. Ya da zarar geldiğinde her­kes gönülden ve gönüllü olarak birlik ve beraberlik içinde yardı­ma koşsa. Dileğimiz bu!