Makale

AZAMET VE KEREM SAHİBİ ZÜ’L-CELÂLİ VE’L-İKRÂM

AZAMET VE KEREM SAHİBİ ZÜ’L-CELÂLİ VE’L-İKRÂM

Fatma BAYRAM
İstanbul Üsküdar Başvaizi

Celal, sözlükte “azamet sahibi ve yüce olmak” anlamındadır. İkram ise “cömert, merhametli, asil ve şerefli olmak” manasına gelir. Yüce Rabbimiz bu iki is­min başına “sahip” anlamında­ki “zû” ekini getirerek bir terkip yapmış ve bu terkiple kendisini “azamet ve kerem sahibi” ola­rak nitelemiştir.

Ragıb el-İsfahani “celal” keli­mesinin yüceliğin doruk nok­tasını teşkil ettiğini, bu sebeple Allah’tan başkası için kullanıl­madığını söyler. Bu sıfat, bü­yüklük alameti olan ne kadar kemalat varsa hepsinin Allah’a mahsus olduğunu gösterir. O’na ait olmayan bir kemal düşünü­lemeyeceği gibi hiçbir nimet ve şeref de O’ndan gayrisinden gelemez. Mahlûkattaki gözlem­lediğimiz ne kadar mükemmel­lik varsa hepsi O’nun kemâlinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.

Allah Teâlâ aynı zamanda bü­yük bir fazl-ı kerem sahibidir de. Rabbimizin nimetlerinin ulaş­madığı hiçbir varlık düşünüle­mez. Yalnız dilciler, in’am (nimet verme) ile ikram arasında fark olduğunu söylerler. Onlara göre Yüce Allah’ın in’amı tüm var­lıklara ulaşan her anlamdaki nimetleri ifade ettiği hâlde ik­ramın sadece değer verilen, saygı ve sevgi duyulan kişiler için söz konusu olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü ikramda kerim kılma ve onurlandırma anlamı vardır.

Sonuçta “zül celâli ve’l ikrâm” ismi Rabbimizin celal ve cemal yönlerini aynı anda ifade et­mesiyle, bizlere O’ndan sırf şer olan bir şeyin sadır olmayacağı­nı öğrettiği gibi her daim korku ile ümit arasında bir denge üze­rinde yaşamaya da işaret eder.

Kur’an’da zü’l-celâli ve’l-ikrâm

Bu isim Kur’an’da sadece Rah­man suresinde iki yerde (27 ve 78. ayetler) geçer. Rahman suresi baştan sona Rabbimizin nimetlerinin sayıldığı ve yara­tılıştaki muhteşem gücün an­latıldığı bir suredir. Baştan 25. ayetin sonuna kadar kâinatın ve insanın yaratılışı çok etki­leyici bir üslupla anlatıldıktan sonra 26. ayette bütün bu ya­ratılmışların fani olup bir gün yok olacakları söylenir. Akabin­de gelen 27. ayette ise her şey yok olduktan sonra baki olacak olanın sadece ve sadece “zül celâli ve’l ikrâm” olan yüceler yücesi Rabbimizin zatı olacağı hatırlatılır. Bu ayetlerin akışın­da ve sözün buraya gelişinde Yüce Allah’ın hem azameti hem lütufları iliklerimize kadar his­sedilir. Ardından Yüce Allah’ın zatı hakkında birkaç noktaya temas edilip kıyamet safahatı­na geçilir. Diriliş ve hesap gü­nünün zorlukları, günahkârla­rın yaşayacağı sıkıntılar, takva sahiplerinin ulaşacağı nimetler anlatıldıktan sonra sure bütün bunları gerçekleştirecek ola­nın hatırlatılmasıyla son bulur: “Büyüklük ve ikram sahibi Rab­binin adı yücelerden yücedir.” Bu ismin sadece yaratılış, kıya­met ve dirilişten bahseden bu surede geçmiş olması celalin ifade ettiği azametin bütün bu sayılanlara güç yetirmeyi ve ik­ramın ifade ettiği nimetlerin de bunları lütfedeni işaret etmesi sebebiyle olsa gerektir.

Celal ve kerem sahibi Rabbin kullarına düşen

İbn Arabi’ye göre bütün varlık­lar ilahi isimlerin çeşitli terkip ve düzeydeki tecellileri ile varlık meydanındaki yerlerini almış­lardır. Ona göre varlıkların ilahi ilimdeki taslakları diyebilece­ğimiz a’yanı sabitelerine feyzi mukaddes denilen bir tecelli ile akseden ilahi isimler onlara hayat vermiş, böylece her bir mahlûk tasarım aşamasından yaratım aşamasına geçmiştir. Bu süreçte bahsi geçen “tecel­li” nitelemesi celal ile aynı kök­ten gelir ve bizlere yaratmanın büyük bir azamet gerektiren bir iş olduğunu gösterir. Bu ismin ikram ile bir terkibe sokularak Kur’an’da sadece varlığın tüm aşamalarını konu edinen bir surede geçmesi ise yokluktan varlığa geçişle varlık sürecinde yaşananların bir sonuca bağ­lanmasının ikramı esas alan bir kudretle mümkün oluşuna işaret eder. Bu açıdan baktığı­mızda Kur’an’da kimlerin ikra­ma mazhar (mükerrem) olduğu söyleniyorsa onlar bu ilahi te­celliye mazhar oldukları tescillenmiş kimselerdir.

Bir taraftan Rabbimizin son­suz azametini, diğer taraftan da sınırsız ikram ve cömertliği­ni ifade eden bu terkip O’ndan başkasını gereğinden çok bü­yütmemek, yalnızca O’na kulluk etmek ve ne bekliyorsa O’ndan beklemek hususlarında açık uyarılar taşır. Bu tevhit makamı­dır ve bunu başarmak büyük bir mertebedir. İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen, her ihtiyacı için Allah’tan başka bir merci bilmeyen bir kalbin ne kimse­den bir pervası olur, ne de bir umduğu... Sufilerin deyişiyle bu adamın ayağına altın dökmek­le başına kılıç tutmak birdir. Bu düzeye erişmiş kişiler ger­çek manada hür ve asildirler. İnsanlarla ilişkilerinde çeşitli hesaplar güdenlerin bu asalet ve şerefe ulaşmaları mümkün değildir.

Son olarak bu iki vasfın bir ter­kip içinde gelmesi bizlere, aza­met ve heybet sahibi, saygınlık uyandıran birinden gelmeyen ikramların nasıl değerini kay­bedeceğini ve o kişinin sıradan bir vazifesi gibi algılanacağını; ikram ve lütuf içermeyen, mu­hatabını ezen bir azamet ve heybetin ise saygınlık uyandır­mayacağını hatırlatalım. Hey­betli bir makamdan gelen ik­ramlar bize onur kazandırırken, heybet ve saygınlık içermeyen bir mevkiden gelen ikramlar muhatabının gözünde lütuf ve iyilik olmaktan çıkıp vazifeye dönüşür.