Makale

SORUMLULUK BİLİNCİ VE RAMAZAN

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla.

SORUMLULUK BİLİNCİ
VE RAMAZAN
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
Diyanet İşleri Başkanı

En güzel şekilde yaratılan ve üs­tün vasıflarla donatılan insanı varlık âleminde önemli ve an­lamlı kılan husus; onun insan, eşya ve yüce Allah ile ilişkisinde sorumluluk sahibi olmasıdır. İn­sanın varoluş gayesinin esasını oluşturan bu duygu, hayatın ta­mamına bütünlüklü bir değer­ler dünyası içinde bakabilmeyi öğreterek insanın muhkem bir hayat felsefesi inşa etmesini sağlamaktadır. İnsanın hayatına anlam katan ve onu en üstün de­ğere ulaştıran sorumluluk duy­gusu, dünya ve ahiret huzurunu temin eden en önemli haslettir. Söz konusu ideale ulaşmak ise kişinin dinî ve sosyal hayatta ye­rine getirmekle yükümlü olduğu görevlerini bu temel ilke doğrul­tusunda bilinç, gayret ve özve­riyle gerçekleştirmesiyle müm­kündür. Nitekim tevhit inancının yerleşmesi, adaletin tesisi ve güzel ahlakın yaşanması için mücadele ederek insanlığın reh­beri ve hakikat yolunun en büyük öğretmenleri olan peygamber­ler, söz ve davranışlarının dünya ve ahirete yönelik neticelerini tefekkür ve sorumluluğunu id­rak eden bireyler yetiştirerek bir huzur toplumu oluşturma gayreti içerisinde olmuşlardır.

Bu hedefin gerçekleştirilme­sinde tahkiki imanın önemli bir yeri olduğu, göz ardı edilemez bir gerçektir. Tahkiki iman, İs­lam’ın insana kazandırmak is­tediği sorumluluk bilincinin olu­şup gelişmesindeki en önemli etkendir. Çünkü insanın bütün varlık âlemiyle ilişkisinin şekil ve boyutlarını belirleyen merkez nokta, onun Allah’la ilişkisidir. Hem mabut hem de mahlûkla ilgili yükümlülüklere yönelik bu duyarlılığın tahkim edilmesinde imandan sonraki en önemli bo­yut ise kulu Rabbine yaklaştıran ibadetler ve onun somut neticesi olan güzel ahlak ile bu doğrultu­daki ölçülü tutum ve davranış­lardır. Diğer yandan kulluğun en özel boyutu olan ibadet ve güzel ahlakın yanı sıra bunların tabi sonucu olan hukuk olmaksızın sorumluluk düşüncesinden bah­setmek mümkün değildir. Bu se­beple İslam, insanın kendisiyle, Rabbiyle, toplumla, çevreyle ve bütün varlık âlemiyle ilişkisini en ideal düzeyde belirleyen ilkeleri açıklayarak ona dünya ve ahiret huzurunu temin edecek sorum­luluklar yüklemiştir.

Varlık âlemi içerisinde yüce Al­lah’ın sorumluluk teklifini kabul ederek bu zorlu emaneti yükle­nen tek canlı insandır. Zira o, di­ğer varlıklarda bulunmayan akıl ve iradeye sahip olmakla kendi­ne özgü inancı, değer yargıları ve kültürüyle tebarüz etmektedir. Bu da onu dinî, ahlaki, içtimai ve hukuki bakımdan sorumluluğa elverişli ve yatkın kılmaktadır. Ni­tekim hayatımızı anlamlandırıp bereketlendiren yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim; “İnsan kendi­sinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (Kıyamet, 75/36.) aye­tiyle, zikredilen hususu teyit et­mektedir. Buna göre, sorumluluk duygusu ve ondan neşet eden davranış bilinci, her şeyden önce bireysel alanda varlık göster­mektedir. “Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz” (Ba­kara, 2/134.) ayeti de sözü edilen gerçeğe temas eden önemli bir referanstır. Bu da insanoğlunun ahlaki hafızası olan fıtrat ve vic­danın gereklerini yerine getirmek ve dinimizin münker olarak nite­lediği kötülük ve çirkinliklerden uzak durmakla gerçekleşecektir. Bu yönüyle sorumluluk bilinci, kişiliğin oluşmasında önemli bir değer olduğundan bireysel ma­nada ahlaki bir varlık olmanın önemli bir alametidir. Sorumlu­luğun bulunmadığı yerde birey olmaktan ve kimlikten söz etmek imkân dâhilinde değildir.

Sorumluluk bilinci, toplumsal boyutta ise erdemli bir hayat sürdürebilmenin ön şartı olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira top­lumda tek başına yaşayamayan insanın, toplumu oluşturan di­ğer insanlara ve çevreye karşı gözetmek zorunda olduğu hak ve ödevleri vardır. Dolayısıyla so­rumluluk bilinci, sosyal bir varlık olan insandan sadır olan davra­nışların toplum ve çevre üzerinde oluşabilecek etkilerini de dikkate almayı gerektirmektedir. Bu açı­dan kâmil insan, ortaya koyduğu davranışların sebeplerini bilip sonuçlarının hesabını verebilen ve bu yönüyle, birlikte yaşadığı diğer insanların da sorumluluğu­nu üstlenebilecek bir karaktere sahip olan kimsedir.

Bu meyanda, sevgili Peygam­berimiz (s.a.s.), insanların top­lumsal sorumluluklarına işaret etmek üzere; bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte, bir kısmı altta bulunan insanları örnek vererek, altta bulunanların su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde, üsttekilerin buna mani olmadıkları takdirde gemi­nin batıp hepsinin boğulacağını; mani olmaları durumunda ise tü­münün kurtulacağını haber vere­rek bu gerçeğe işaret etmektedir.

(Buhari, Şirket, 6.) Dolayısıyla gelişi­güzel ve sorumsuz bir hayat tar­zını tasvip etmeyen yüce dinimiz İslam, iyiliğin egemen olması ve kötülüğün önlenmesi idealine hizmet etme sorumluluğu nokta­sında toplumun bütün fertlerinin etkin rol almasını vazetmektedir. “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emre­der, kötülükten men eder ve Al­lah’a iman edersiniz...” (Âl-i İmran, 3/110.) ayetiyle dile getirilen bu husus, toplumu oluşturan bütün bireylere kolektif bir sorumluluk yüklemektedir. Söz konusu asil duruş ortaya konulamadığı tak­dirde, toplumda bir takım prob­lemlerin zuhur edeceği izahtan varestedir. Fakat sorumluluk bi­lincine sahip bir kimsenin, tüm varlıkları değerli kabul ettiğinden dolayı başkası için tehdit oluştur­ması düşünülemez.

Sorumluluk duygusunun son bo­yutu ise tüm yapıp etmelerimi­zin ilahi mahkemede hesabının verileceği ahiretle ilgilidir. Buna göre, dünya hayatında ortaya konulan davranışlardan dolayı ceza gününde Cenâb-ı Hak tara­fından hesaba çekileceğine dair muhkem bir iman, bireysel ve toplumsal sorumluluğun yegâne teminatıdır. Bunun tam tersi bir durum olarak, dinî şuur ve has­sasiyetin zayıflayıp örselendiği toplumlarda müşahede edilen ahlaki çöküşün, beraberinde bi­reysel ve toplumsal sorumluluk­ların da çöküşüne sebep olduğu son derece açık bir gerçekliktir. Bu itibarla bireysel, toplumsal ve uhrevi sorumluluk boyutlarının tümden ihya edilmesi, iyiliklerin fert ve toplumda kök salıp kötü­lüklerin ortadan kalkmasına ve dolayısıyla güzel ahlaka dayalı bir toplum inşasına hizmet edecektir.

Bahse konu ideale ulaşmanın en önemli vesilelerinden biri ise hiç şüphesiz Kur’an’ın tebcil ettiği Ramazan ayıdır. Bu kutlu zaman dilimi, her şeyden önce kişiyi, kulluğun en önemli motivasyon kaynağı olan nefis murakabesine sevk edip mazi ve hâlin muhase­besini yaparak istikbali tanzim etme sorumluluğuna ulaştır­maktadır. Modern dünyanın baş döndürücü kuşatması altında ör­selenen ruhlarımızı bilhassa oruç ibadetiyle teskin etmeye, kendi­mizi ve çevremizi algılayıp anla­maya sevk etmektedir. Bu mana­da rahmet, bereket ve mağfiret ayı Ramazan, biraz soluklanma­ya ihtiyacımız olduğunu hatırlatıp bizi manevi yönden donatan, so­rumluluklarımızın gereğini yerine getirmeye zemin hazırlayıp fırsat tanımakla bizi sekinetle buluştu­ran eşsiz bir zaman dilimidir.

Aynı şekilde, son zamanlarda tüm insanlığın maruz kaldığı ve ülkemizin de büyük mücadele verdiği covid 19 salgını karşısın­da da yetkili mercilerin açıkladığı bütün tedbirlere harfiyyen riayet etmek de herkes için ihmal edi­lemez bir sorumluluktur.

Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, nurlu gölgesi üzerimi­ze düşmeye başlayan mübarek Ramazan ayı; iman, kulluk, salih amel ve ahlaki ilkeleri merkeze alarak yaşadığımız ideal bir hayat­la nihai hakikat olan ahiret yurdu­nu kazanacağımız eşsiz bir fırsat­tır. Bu vesileyle; rahmet, mağfiret ve kurtuluş iklimi Ramazan ayının içinde bulunduğumuz zor zaman­lardan kurtuluşa bütün müminler ve insanlık için gerçek anlamda iyiliğe ulaşma adına daha güzel bir hayatın ve dünyanın inşasına vesile olmasını yüce Rabbimden niyaz ediyorum.