Makale

GÜN ÜZERİNDE BİR YOL

GÜN ÜZERİNDE BİR YOL

18 Aralık 2017

İkindi üzeri çıktığım yürüyüşten eve dönüyordum. Hava buz gibiydi, burnumu ve parmak uçlarımı uyuşturuyordu. Rüzgâr tenimi kesip geçiyor, dişlerime kadar kendini hissettiriyordu. Neyse ki bu havaları seviyorum.
Eve az kalmıştı. Bizim sokağın başındaki dükkânı gördüm. Hatırlamak; bu soğukta, kolumdan tutup yolumdan çeviren bir dilenci gibi zihnimi soyacaktı yine.
Mehmet’le benim okuldan eve dönerken hep değişen güzergâhımız… Ezberimizde olmayan yolları bulup onu alışmış olduklarımıza katmayı çok severdik. Hiç görmediğimiz pencereleri görmek, hiç yürümediğimiz kaldırımlarda yürümek, hiç geçmediğimiz sokakların isimlerini öğrenmek… Nasıl desem, tüm bunlar küçük bir seyahat hissi veriyordu o zamanlar bize. Ama hangi yoldan gidersek gidelim, bizim sokağın başındaki duvarları koyu maviye boyanmış o küçük dükkân, yolumuza çıkardı. Mehmetlerin dükkânı… Dükkânın önünde, etrafına taburelerin rastgele konulmuş olduğu küçük bir masa vardı. Sokağa dönük duran taburenin yeri ise hiç değişmezdi. Orada, hep Osman Dede otururdu.
Uzun boylu, zayıf bir adamdı. Sol omzu sağ omzundan düşüktü. Saçları arkadan dökülmüş, şakaklarında ve kafasının üzerinde bir tutam beyaz kalmıştı. Ellerinin rengi yüzüne göre koyuydu. Kısa, sarı kirpiklerinin arasından rengi kolayca seçilen yeşil gözleri vardı. İçinde bir iki sarı telin de bulunduğu sakalı, çıkık elmacık kemikleriyle çökmüş yanaklarını örtüyordu. Her zaman, kafasında acı kahve bir takke, elinde boncukları turuncu bir tespih bulunurdu. Kimi zaman hoşsohbet olsa da aslına bakarsanız huysuz bir ihtiyardı. Kaşları hep çatıktı. En samimi hâllerinde bile hızlı ve soğuk konuşurdu. Keskin bakışları haylazlığımızı terbiye eder, bizi kolayca hizaya sokardı. Onun bu soğuk, huysuz hâllerine rağmen her seferinde Mehmet’le yanına gider, bir iki muhabbet eder, eve öyle geçerdik.
Sonra, Mehmet’le ezberimizde olan, olmayan tüm yollar değişti. Küçük seyahatlerimizin adresleri birbirine çıkmıyordu artık. Bambaşka kaldırımlarda duyuyorduk alışmışlığı. Bir menekşenin arkasından, yolu uzun uzun izleyen yaş almış kadınların hikâyesini, başka pencerelerde yazıyorduk. Başka yüzlerde seçiyorduk; uykuyu, uyanıklığı. Başka ağaçların gölgesine yaslıyorduk sırtımızı, başka sularda güneşin renklerini sayıyorduk. Ama bütün bu taşınmalar, yine yolumun üzerinde kalan o tabureyi görünce azalıyordu. Sokağa dönük o taburede oturan Osman Dede’yi… Öyle, hafifliyordum. Selam vermeden geçmiyordum, vaktim varsa saatlerce oturduğum bile oluyordu. Çatık kaşlarına aldırmıyordum. Keskin bakışları içimdeki haylazlığı uyandırıyordu. İş çıkışı o dükkân mesaim, küçük seyahatleri bırakıp kestirmeleri tuttuğumdan beri yolculuğa dönüşmüştü.
Şimdi bana bu satırları yazdıran, beni alıp çocukluğuma götüren yine Osman Dede’nin taburesi. Ve ardında bıraktığı boşluk. Hayatta kalma telaşının hoyratça üzerimizden geçtiği bir yazgıda, bana dinginlik veren o tabure boştu. Parçalarım bir bir benden koparken hiç kopmayacak bir parçama beni ilikleyip teselli eden o tabure boştu. Adımın altında yazılanların dışında kalmış benlerimin tarifi o tabure boştu. Bunu kabul etmem zaman alacak biliyorum. Onu o köşe başında görmeye o kadar alışmıştım ki aksini düşünmek zor geliyor. Çabuk çabuk değişen her şeyin karşısına o tabureyi koymuştum ben. Yollar değişse de insanlar değişse de değişmeyen bir şey vardı hayatımda, küçücük bir şey ama işte bilmeden ona tutunmuştum. Aynalardaki göç, sıcak günlerde beni öfkelendirdiğinde orada sakinleşiyor, yerleşik hayata en çok orada geçiyordum. Tabii ben bütün bunları o tabure sahneden çekilince anladım.
Osman Dede, zihnimde benimle birlikte var olan benden sonra da var olması muhtemel bir eşyaya dönüşmüş meğer. Akan, aynalarda aksi olan, kimi zaman saate benzeyip hoyratlaşan, hep biraz eksik biraz fazla olan benim. O, bunların dışında. Yerini bildiğim çıkmazlar gibi. Yolun mutlaka ona çıkan bir ayrımı var, olmalı.
İşte bugün yani o taburenin boş kalacağını idrak ile kabul ettiğim gün, bir sanrının beni önüne katıp götürdüğünü duyuyorum. Apartman kapısının ağır gıcırtısı, beni içine düştüğüm öykücülükten çıkarıyor. Yüzüme vuran buğuyla çizgilerimin uyuşuğu açılıyor, deri ceketimin ceplerinde yumru hâlinde sıkılmış ellerim gevşiyor. Annemin sesi geliyor yukarıdan. Durdum. Dinledim, dinledim.
Her şey öylesine biricikti ki dedi usulca içimdeki öykücü. İnsan özenerek bakmalı balkonundan gördüğü çatılara, özenerek yürümeli söğüt ağaçlarının altında, özenerek duymalı şehrinin ayazını. Zaman çırılçıplak bırakırken onu, kalabalıkları yücelten bir meydanda, özenerek sarıp sarmalamalı azlığını. Durmalı insan, dinlemeli her gün öğlen saatlerinden kapısının önünden geçeceğini sandığı bozacıyı…

Ümmügülsüm Lafcı