Makale

AÇLIK

AÇLIK


Muhammet Çiçek


Kalabalık bir ailesi vardı. Kardeşleri, kuzenleri onlarca yeğeni ve her biriyle kurmuş olduğu derin ilişkileri ile hayallerini süsleyen bir hayat yaşıyordu. Bir evim olsun başka bir şey istemem diyordu, kendine ait bir sığınak ve demir atacağı bir liman. Evi de olmuştu. Şehrin en güzel noktasında saray yavrusu bir evdi. Manzarası, konumu ve komşuları ile narin, şirin, han gibi odaları olan bir evdi. Küçük dünyasında kurguladığı hayallerine birer birer kavuşuyordu, her yeni günle birlikte isteklerine adım adım yaklaştığı zamanlardı. Sırtını koltuğa yaslayıp yaşadığı onca yorgunluğun, çileli geçen ömrünün ardından rahata kavuştuğunu düşünüyor, huzuru ve saadeti bulduğu bu çok kıymetli zamanları keyifle yaşamak istiyordu. Yıllarca ailesi için çalışıp didinmiş, nice sıkıntıya, yokluğa, yoksunluğa göğüs germişti. Şimdi yeni bir hikâye yazma zamanıydı.Hayali, geçmişi unutmak değil ama geçmişten dersler çıkararak önüne bakmak ve ahir ömrünü bir dinginlik içinde yaşayıp ardından hoş sedalar bırakarak bu dünyadan göçüp gitmekti.
16 Mart 2012 günü bir vesileyle doktora gitmek zorunda kalmıştı. Ailece görüştükleri doktor, birkaç ciddi tahlil yapmayı teklif etmişti. Nereden çıkmıştı bu. Kendini iyi hissediyordu oysa. Biraz yaşlılık, biraz yorgunluktu onu solgun ve hâlsiz gösteren. Başka bir şeyi yoktu ona göre. Yapılan bütün gözlem ve tetkiklerden sonra hiç beklenmeyen bir sonuçla karşı karşıya kalınmıştı. Evet, sonuç kanserdi.
Canevinden vurulmuştu. Yüzü sapsarı kesildi ve oracığa yığıldı. Bu hüzün ve acı verici haber, hiç beklemediği bir anda ortaya çıkmış, bütün yaşama sevincini kaybetmesine sebep olmuştu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, hayat bundan sonrası için daha güzel görünmüyordu. Bir ümit var mı dedikleri günler başlamıştı. Hayaller, hikâyeler, umutlar, beklentiler her bir şey yeni baştan başlayacak, yeni bir sayfa açılacaktı. Artık düne dair konuşulacak çok bir şey kalmıyordu, gündem hastalık ve tedavi üzerineydi, zamanla yarışıyordu.
Tetkikler, tahliller, filmler, ilaçlar, iğneler, ameliyatlar… Uzun ve meşakkatli, sonu bilinmeyen bir mecraya doğru yol alıyordu. Tam altı yüz yirmi beş gün süren hastalık ve hastane sürecinde, yüzlerce iğne, morfin, ilaç, serum ve diğerleri. Vücudunda müdahale edilmeyen nokta kalmamış gibiydi. Hiç bir şey fayda vermiyor aksine gittikçe içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu.
Hastane koridorlarında bitmek bilmeyen, sonu gelmez uzun gün ve geceler yaşanıyor, yeni adres olarak da hastaneyi kullanmak zorunda kalıyorlardı. Bir tek evim olsun başka bir şey istemem dediği günleri anımsıyor, şimdi o sıcacık evi uzaklarda kalmışken ona yurt olan hastaneye içli içli nazar ediyordu. Akşamları insanın içini ürperten loş koridorlar, karanlıkta kasvet yüklenen bahçe, gündüzleri insanın düşlerini perdeleyen beyaz duvarlar. Artık evi, hayatı, hayalleri, hikâyeleri hastane olmuştu. O ev de odalar da onun için tabuttan farksızdı.
Dostları, arkadaşları, kardeşleri ve tüm sevenleri, sanki ev görmesine gelir gibi hastaneye geliyordu. İnsanı soluksuz bırakan koridorlarda, gün ışığının altında dahi insanın içine ferahlık vermekten yoksun bahçelerde misafirler karşılanıyor, ağırlanıp uğurlanıyordu.
Günler acı ve ıstırap içinde geçip gidiyor, hüzün dolu zamanlar yaşıyordu. Midesi alınmış, yemekten içmekten kesilmiş, hayata tutunmaya çalışıyordu. Kemikleri sayılabilecek kadar zayıflamış, hastalıkla beraber hızlıca eriyip tükenmişti. Düne kadar her şeyin rahat ve anlamlı olarak çoğaldığı ve yükseldiği süreçten şimdi gerisin geri dönmüştü. Her şey birer birer elden çıkıyordu. Hastalık gittikçe artıyor ve içinden çıkılmaz hâle geliyordu. Rahat da kalmamıştı huzur da. Her şeyin tadı tuzu değişmişti. Yaşanan her günle beraber artan tek şey hüzün ve gamdı. Zamanını daha çok yatağında uzanarak, hareketsizliği seçerek geçiriyordu. Çok karanlık ve kapalı bir hüzün dünyasına kendisini hapsetmişti.
Artık tedavinin bir başka safhasına geçilmiş kemoterapi almaya da başlamıştı. Kemoterapi, ağır bir tedavi şekliydi; iştahtan kesilmiş, yemek yemesi artık eziyet olur hâle gelmişti. Gerektiği kadar beslenememe, metabolizmanın bozulmasına ve vücudunun direncinin kırılmasına sebep oluyordu. Takatten düşüyor ve ıstırabı gitgide derinleşiyordu.
İlerleyen günlerde işin rengi değişti. Tedavinin hastanede yapılan kısmı tamamlanmıştı. Evine dönecek, istirahate devam edecekti. Arada sırada yine hastanenin yolu tutulacaktı elbet ama kutular dolusu ilaçla da olsa taburcu ediliyordu işte. Hastaneden taburcu edilip evine döndüğünde ona şifa olacak bir tat bir koku aradı. Fakat mutfakta pişen her yemek, bir eziyete dönüşüyordu. Çünkü kemoterapi ilacının etkisi öyle bir rahatsız ediyordu ki her türlü yiyecekten tat ve koku olarak tiksiniyor, yemek kokusunu aldığı zaman artık o yemekten asla ağzına vuramıyordu.
Yeni bir sürece evirilmişti hayat; yemekler dışarıdan, eş, dost, akrabalar tarafından yapılıyordu. Hastalıkla beraber yaşanan bu süreç, onun psikolojisini iyice bozmuştu.
Acı duymuyordu. Açlığı acısını uyuşturmuş, bağrını kemiriyor, sarsıyor, ince ince saplanışlarla yüreğini dağlıyordu. Ağlıyor, feryadı figanları, yaşlı çığlıklarına engel olamıyor, duyanların bağrına saplanıyordu.
Her gün daha da zorlanıyordu, kilo kaybı hat safhaya varmıştı. Zayıflıktan kemikleri sayılacak duruma gelmişti. Bir deri bir kemik kalmış hâliyle gören insanların yüreklerini dağlıyor, gönüllerini yakıyordu. İki büklüm zavallı bedeni artık ayakta duramaz hâldeydi. Neredeyse bir çocuk kilosuna kadar düşmüş, tedaviye cevap veremez duruma gelmişti. Yemeğe hasret kalmıştı. Hararetle yemek istiyordu. Açlığı hastalığına ağır basmış, ağır bir külçe gibi üzerine çökmüştü. Dizlerinin bağı çözülmüş, dayanacak gücü kalmamıştı. Bitkin ve oldukça düşkündü. Önüne gelen hiçbir şeyi yiyemiyor, kokusu ve tadı acı geliyor, içini bulandırıyordu. Aç yatıyor, güne aç başlıyor, öğleni aç geçiyor, aç acına akşamı ediyordu. Gıdaya hasret kalan bedeni, dayanılmaz bir hâl almıştı, güçsüzdü ve kıvranıp duruyordu. Gözlerindeki düşkün ve mahzun ifade günden güne derinleşiyordu.
Bütün bu kötüye gidiş ve olumsuzluğa rağmen sevdiklerine bunu hissettirmemeye ve güçlü görünmeye çalışıyordu. Hastalığın sebep olduğu yemekten yoksunluk ve açlık belini bükmüştü. Ayakta kalmakta zorlanmaya başlamış ve neticesinde yatağa mahkûm olmuştu.
Gözleri ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu, yatağına yatıp bakışlarını uzak bir noktaya dikerek “Beyefendi,” dedi, “gel helalleşelim, anladım ki benim bu dünyadaki rızkım kesildi.”
Yüreklere işleyen sözler sarf ediyordu. Canı acıyor, sızlıyor, kendini savunmasız hissediyor ve olanca varlığıyla o anda ıstırabın son demlerini yaşıyordu.
Yüzünde acı dolu bir ifadeyle etrafına baktı, gözlerini uzak bir noktaya dikip sabitledi. Sanki bakışları; duvarları, kapıları, hisseden kalpleri, delip geçiyordu. “Bu dünyadan gidiyorum.” dedi ve gözyaşlarını göstermemek için yumdu gözlerini, dişlerini sıktı ve acı bir hatıra olacak, unutulamayacak ve hafızalardan silinemeyecek o söz, gözlerinden yaşlar süzülürken son bir çabayla dökülüverdi ağzından: “Açım beyefendi, açım…”