Makale

Türk Milletini Yeniden Var Eden Zafer

Türk Milletini Yeniden Var Eden Zafer

Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu
Dumlupınar Üniv. Rektör Yardımcısı Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı

Tarihimiz hiçbir milletinkiyle kıyaslanamayacak ölçüde eşsiz zaferlerle doludur. Bunlar arasındaki Malazgirt ve 30 Ağustos Zaferleri diğerlerine göre milletimiz açısından çok daha önemlidir.

26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi ile birlikte Anadolu’nun kapıları milletimize açılmış, böylece Türkiye Devleti’nin temelleri atılmıştır. Aynı zamanda bu zaferle birlikte Türk-Avrupalı mücadelesi de başlamıştır.

Bu mücadelenin ilk safhası olan 1071–1683 yılları arasında Türkler taarruzda, Avrupa ise savunmadadır. Bu dönemde Avrupalılarca bu mücadelenin amacı ise şöyle belirlenmiştir: Türklerin Anadolu’ya girişlerini engellemek, Rumeli’ye geçişlerini durdurmak, Türklere İstanbul’u vermemek, Türklerin Balkanlar’da ve nihayet Avrupa içlerine doğru ilerleyişlerini durdurmak veya engellemek olarak özetlenebilir.

Avrupalıların bu gayelerine rağmen kısa denilecek bir süre içerisinde Anadolu Türk ve Müslüman yurdu olmuştur. 1359’da Süleyman Paşa komutasında Osmanlı Türkleri Rumeli’ye geçmişlerdir. 1363’de Edirne Osmanlı’nın başkenti olmuştur. 29 Mayıs 1453 tarihinde de dünyanın incisi İstanbul Türklerin eline geçmiştir. Takvimler 1526 yılını gösterdiğinde yine Belgrat Türklerce fethedilmiştir. Kısaca Avrupalıların amaçlarının hiçbiri gerçekleşmemiş, aksine Belgrat’ın fethiyle birlikte Türkler, Avrupa’nın göğsüne sokulmuşlardır.

Türklerin Avrupa içlerine doğru harekâtı 1683 yılına kadar devam etmiştir. Bu tarihte Türkler Viyana önlerinde durdurulmuştur. Türklerin Viyana’da yenilgileriyle birlikte, ikinci safhasına geçilen Türk-Avrupalı mücadelesinin de gayesi değişmiştir: İlk önce Türkleri Avrupa içlerinden çıkarmak, Balkanlardan atmak, İstanbul’u geri almak, Anadolu’dan çıkarmak.

Tarihe göz attığımızda 1699 Karlofça Antlaşması ile birlikte Osmanlı toprak kaybetmeye başlamıştır. 1829 yılında Yunanistan bağımsızlığını elde etmiştir. 1865 sonrasında sırasıyla, Romanya, Bulgaristan devletleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca 1908’de Bosna-Hersek Osmanlı’dan koparıldı. 1911-1912 Balkan Savaşları’yla da Osmanlı Balkanlar’ı bırakmak zorunda kalmıştır.1914-1918 yıllarında devam eden I. Dünya Savaşı sonunda da Çanakkale’de düşmana geçit verilmemesine rağmen, Osmanlı’nın elinde sadece Anadolu toprakları kalmıştır. Ancak Türk milletine bunu da çok gören emperyalistler hemen faaliyete geçtiler. Başka bir ifadeyle, iç-dış ihanet odakları elele vererek, nihayet 9 asır süren bir mücadelenin sonunda, anayurdumuz, Anadolumuz, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların işgaline uğramıştır. Bu emperyalistler inanıyorlardı ki, uzun yıllar devam eden savaşlar sonunda yorgun ve fakir düşen Türk milleti, istilâya karşı duramaz ve Türk toprakları da kolaylıkla paylaşılırdı. Fakat gözardı edilen, unutulan bir gerçek vardı. Millî şairlerimizden Mehmet Emin Yurdakul, Mayıs 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen mitingte bu gerçeği şöyle haykırıyordu:

“Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkı ve vatani hatıralara malik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor...”

Gerçekten mazisini tarihleştiren, kültürünü millîleştiren ve coğrafyasını vatanlaştıran bir milletin, tarih sahnesinden silinip gitmesi mümkün değildir. Günümüzde buna örnek milletler vardır. Bunlardan biri de hiç şüphesiz Türk milletidir. Anadolu halkı Mondros Ateşkesi’nin koşullarını öğrenir öğrenmez silâha sarılmış, işgalcilere karşı direnmeye ve örgütlenmeye girişmiştir. Amasyalısıyla, Trakyalısıyla, Denizlilisiyle, Aydınlısıyla, Maraşlısıyla, Anteplisiyle, Erzurumlusuyla, Adanalısıyla, Ankaralısıyla tüm Anadolu insanı emperyalistlere karşı ayaklanmışlardır.

Kısacası milletimiz adını Millî Mücadele dediğimiz bir ölüm-kalım mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Kadını erkeğiyle, yaşlısı genciyle, köylüsü kentlisiyle, askeriyle siviliyle, din adamlarıyla göreve koşmuştur. Öyle ki, çocuklar yetişkinlerin yanı sıra vuruşmalara katılmışlardır. Kadınlarımız, annelerimiz, ninelerimiz cephe gerisinde sadece çiftle çubukla uğraşmamışlar, fiilen düşmana karşı vuruşmalara katılmıştır. Pek çok kadınımız onbaşı, çavuş rütbesiyle İstiklâl Madalyası ile onurlandırılmışlardır.

10 Eylül 1922’de Bursa’nın kurtuluşunda Üsteğmen Fatma Seher Hanım, müfrezesiyle hazır bulunmuştur. Yine kadınlarımız Kuva-yi Milliye’nin ikmalinde görev almıştır. 1920, 1921 ve 1922’nin soğuk kış günlerinde kağnı arabalarının ardında, kardan-buzdan heykelcikler oluşturmuşlardır. Onlar sırtlarındaki yavrularının üzerine örttükleri örtüleri kardan-yağmurdan ıslanmasın diye mermilerin-silâhların üzerine örtecek kadar yurtseverlerdi. Onun içindir ki ulu önder Atatürk, “Dünyada hiçbir milletin kadını, milletinin ve vatanının kurtarılışında, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez.” diyecektir.

Vatanın karanlıklara gömüldüğü bu zamanlarda, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, çeteler, gönüllüler derken, millet kudretli bir önder etrafında toplanıvermişti. Bu hususu Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk şöyle belirtmektedir:

“30 Ağustosta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk milletinin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif zordur. Eğer ben, açıklamakta zayıf kalırsam beni hoş görünüz.”

Oluşturulan orduda silâh ve kıyafet birliği yoktu. Fakat onların kalpleri birdi, iman ve ülküsü aynıydı. “Ya istiklâl, ya ölüm” parolası ile dile getirilen bu inanç, kudretini “Kuva-yi Milliye Ruhu”ndan alıyordu. Kuva-yi Milliye ruhu, bir milletin var olma ve yaşama azmidir. Bu ruh ile tarihin en büyük kahramanlık destanları yaratıldı. Üstün silâh gücüyle her şeyi yapabileceğini düşünen Avrupa yanılmıştı. Yunanlıların yaptığı tahkimat için, “Türkler bunu altı ayda ele geçirebilirlerse iftihar edebilirler.” diyen İngiliz Başbakanı Lloyd Corc, hücuma geçtikten altı saat sonra Türklerin burasını aldığını duyunca, oturduğu koltuktan düşmüştü.

Millî Mücadele dolayısıyla 30 Ağustos Zaferi yalnız Yunanlara karşı değil, işgalci, emperyalist bütün dünyaya karşı kazanılmıştır. Başka bir ifadeyle 30 Ağustos 1922 tarihi; Türk milletinin yeniden diriliş, var olma günüdür. Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapılarını milletimize açan Türk ordusu, Dumlupınar’da zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’yle de Anadolu topraklarının Türk vatanı olduğunu önünde durulmaz bir iradeyle kanıtlamıştır. Bu husus Atatürk tarafından 30 Ağustos 1924 tarihinde, Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada;

“Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun parçası olan 30 Ağustos Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasıdır. Millî tarihimiz çok büyük, çok parlak zaferlerle doludur, ama Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir adim vermekte kesin etkili meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbellidir ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır. Türk milleti burada kazandığı zaferle açığa vurduğu gücü ve istemiyle, bu belli gerçeği bir kere daha tarihin bağrına çelik kalemle koymuş bulunuyor.” diyerek vurgulanmaktadır.

Belirtildiği gibi Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde kazanılan 30 Ağustos Zaferiyle Sevr’i tarihin çöplüğüne atarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. “Türkleri Anadolu’dan atmak” amacına ulaşılması da engellenebilmiştir.

Yukarıda da değinildiği üzere Avrupa devletleri Türklerin Anadolu’ya ayak basışlarından itibaren “Türkleri Anadolu’dan atmak ve yok etmek” için bir mücadeleye girişmişlerdir. Burada bu konuyu detaylarıyla yazmamız yazımızın sınırlarını aşacağından, özet tercümesi Yakup Üstün tarafından (Türkiye’yi Parçalama Planları Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, Ankara, 1993) yayınlanan bir esere atıfta bulunmakla yetineceğim. Romen devlet adamı ve diplomatı Trandafir G. Dijuvara’nın, “Türkiye’nin Parçalanması Hakkında Yüz Proje” adlı çalışması 650 sayfadan oluşan bir doktora tez çalışmasıdır. Yazara göre, “Sevr Paylaşımı”ndan önce Türkiye’yi parçalamak için hazırlanan yüz plan ve projenin büyük kısmı Fransızlar (yüzde kırkı) kalan kısmı ise İngilizler, Ruslar ve Macarlar tarafından hazırlanmıştır. Emperyalistler Türk milletini yok etmek için söz konusu 100 proje ile yetinmemişlerdir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı içerisinde Türkiye’yi paylaşma amacını taşıyan beş gizli anlaşma daha yapılmıştır. Bu anlaşmalar şunlardır: İstanbul Anlaşması (Mart 1915), Londra Anlaşması (Nisan 1915), Sykes-Picot Anlaşması (1916), Anadolu’nun Kısmi Paylaşım Anlaşması (1916 ilkbaharı), St. Jean de Marienne Anlaşması (1917).

Ayrıca 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile 10 Ağustos 1920 tarihli ve 13 bölüm, 433 maddeden oluşan Sevr Antlaşması da Anadolu’yu parçalamak üzere hazırlanmış bir paylaşım belgesidir. Türkler’e karşı süregelen bu tutum ve davranışlar günümüzde “Şark Meselesi” terimiyle ifade edilmektedir. Avrupa Devletleri Türklerin Anadolu’ya ayak basışlarından itibaren, Türkleri Anadolu’dan atmak ve yok etmek için her fırsatı değerlendirmişlerdir. Batı’nın Türklere karşı süre gelen bu tutum ve davranışları daha sona Şark Meselesi olarak adlandırılacak ve aynı zamanda da yeni bir şekil ve manzara kazanacaktır. Örneğin, Osmanlı Devleti’nde baş gösteren çöküş belirtileniyle birlikte Şark Meselesi, Osmanlı’nın mirasının paylaşılması hâlini alacaktır. Yüzyıllara göre değişik hedefler gösteren bu politika, 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması, ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının bölüşülmesi anlamında kullanılmıştır. 1815 yılında toplanan Viyana Kongresi esnasında Çar Aleksandr tarafından ilk olarak kullanılan Şark Meselesi terimi, günümüzde Türkleri Anadolu’dan sürmekten başka, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bölüp parçalamak anlamında da kullanılmaktadır.

Dün savaş meydanlarında özellikle Dumlupınar’da istediklerini topla-tüfekle elde edemeyenler bugün yine sahnededirler. Bilindiği üzere önce Çanakkale’de sonra da Anadolu’da emperyalistler, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk milleti tarafından durdurulmuştur. Bundan dolayıdır ki, iç-dış ihanet odakları Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna özellikle inanç yönü başta olmak üzere çeşitli şekillerde saldırmaktadırlar. Esas amaç Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak, Türk miletini bölüp parçalamaktır. Bu amaçlarına ulaşmak için de başta Malazgirt, Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar olmak üzere pek çok yerde zafer kazandıran ruhu, Kuva-yi Milliye ruhunu Türk milletini birbirine düşürerek yok etmek istemektedirler.

Bunun içindir ki vakit geçirilmeden, konu ile ilgilenen bilim adamlarından da istifade edilerek belgelerin ışığında zaferlerimizi canlandıracak filmler yapılmalıdır. Henüz karakterlerin yeni oluştuğu ve millî hislerin teşekkül etmeye başladığı anaokulu ve ilköğretim seviyesindeki çocuklarımıza hitap edecek, yakın geçmişimizle ilgili çizgi filmlerin hazırlanması belki de üzerimize düşen vazifelerin en önemlilerindendir. Bilinmelidir ki, yazacağımız şiirlerle, makalelerle, kitaplarla, çevrilecek film ve dikilecek abidelerle, şehit olanları tanıyabildiğimiz oranda, gençlerimiz, çocuklarımız, vatanın korunmasında ve milletimizin ilerlemesinde daha azimli olacaktırlar.

Ayrıca insanlık tarihinde hiçbir zafer başta Çanakkale olmak üzere Sakarya ve Dumlupınar gibi pahalıya mâl olmamıştır. Oralarda gök kubbeyi kendilerine türbe yaptığımız binlerce şehit yatıyor. Hem de Hakkarili, Siirtli, Vanlı, Karslı, Diyarbakırlı, Trabzonlu, İzmirli, İstanbullu, Eskişehirli, Ankaralı, Bolulu, Edirneli, Adanalı, Antalyalı vs. birlikte yan yana, koyun koyuna yatıyor. Türkiye’yi etnik yönden bölmek isteyenler, Çanakkale ve Dumlupınar’a gitsinler. Oralarda yatanların isimlerine ve ülkemizin hangi kentinden olduklarına göz atsınlar.

Ülkemizin bütünlüğü açısından bu mucizevî kaynaşmayı her fırsatta halkımıza, yeni nesillere anlatalım.
Malazgirt Zaferi’nin 937. ve 30 Ağustos Zaferi’nin 86. yıldönümünü bu duygu ve düşüncelerle kutlarken, tüm şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anarız. Tabii başta Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, tüm gazilerimizi de...


“İnsanlık tarihinde hiçbir zafer
başta Çanakkale olmak üzere Sakarya ve Dumlupınar gibi pahalıya mâl
olmamıştır. Oralarda gök kubbeyi kendilerine türbe yaptığımız binlerce şehit yatıyor. Hem de Hakkarili, Siirtli, Vanlı, Karslı, Diyarbakırlı, Trabzonlu, İzmirli,
İstanbullu, Eskişehirli, Ankaralı, Bolulu, Edirneli, Adanalı, Antalyalı vs. birlikte yan yana, koyun koyuna yatıyor.
Türkiye’yi etnik yönden bölmek
isteyenler, Çanakkale ve Dumlupınar’a gitsinler. Oralarda yatanların isimlerine ve ülkemizin hangi kentinden
olduklarına göz atsınlar.”