Makale

İŞGAL İÇİN GELDİLER: İNSANLIK DERSİ ALIP GİTTİLER

İŞGAL İÇİN GELDİLER:
İNSANLIK DERSİ ALIP GİTTİLER

Nermin TAYLAN


Milletlerin tarihinde kırılma, çözülme ve yeniden diriliş noktalarını ihtiva eden savaşlar vardır. Menfi ya da müspet, neticesi ne olursa olsun, varoluş mücadelesi verilen bu savaşlar milletlerin hafızasında büyük yer edinir ve her daim millî şuurun diri kalmasını sağlar.
Türklerin İslam ile tanıştıkları Talas Savaşı, Anadolu’nun kapılarının Türklere açıldığı Malazgirt Savaşı, Osmanlı’nın Fetret Devri’ne girmesine sebebiyet veren Ankara Savaşı, Orta Çağ’ın kapanıp Yeni Çağ’ın açıldığı 1453 İstanbul’un Fethi, 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve nihayetinde yokluk içinde varlığın bir kez daha dünyaya kanıtlandığı Çanakkale Savaşları bu nevi savaşlara örnektir.
Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve askerî yönden oldukça sıkıntılı olduğu bir dönemde patlak veren I. Dünya Harbi süresince büyük başarılara imza atılsa da uzayan savaşlar ve savaş koşulları sebebiyle asırlık çınar bitap düşmüş, dalları birer birer budanmış, dost görünenler tarafından âdeta gövdesi baltalanmıştı. Yaşanan tüm bu hadiseler ise İmparatorluğun fiilen yıkılmasının başlangıcı olmuştu.
Zaman içindeki serüvenine baktığımızda; tarih sahnesine çıktığı günden itibaren onurlu bir şekilde varoluş mücadelesi veren milletimiz, savaş taktikleri ve cesareti doğrultusunda kazandığı zaferlerin yanı sıra savaş hengâmesinde gösterdiği kahramanlık, esirlere muamelesi ve savaş kurallarına riayetiyle dünya milletlerince daima takdir edilmiştir. Kendisini parçalamak için gelenleri parçalama fırsatı bulduğunda onlara âdeta insanlık dersi vermiştir. Milletimizin cephedeki mertliğini, vatan sevgisini, insani özelliklerini ve misafirperverliğini en güzel şekilde ortaya koyan sayısız örnek vardır. Öyle ya da böyle kendi toprağına bir şekilde gelen kişilere din, dil, ırk, mezhep hiçbir fark gözetmeksizin insani değerlere bağlı kalarak muamele eden, gözlerinin önünde silah arkadaşlarını şehit edenlere dahi insani ölçüler çerçevesinde davranan Türk askeri, Çanakkale Savaşları’nda esirlere karşı bu şuurla davranmaktan geri durmamıştır.
Bir milletin nihai seciyesi, ahlakı, barış zamanlarında değil savaş zamanlarında kâmilen ortaya çıkar. Düşmanın kural dışı taktik ve davranışlarla saldırıya geçtiği Çanakkale Savaşları esnasında; uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen müttefik kuvvetlerce Seddülbahir’deki Behramlı revirinin topa tutulduğu (BOA. HR. SYS. 2099/12.), savaş kurallarına aykırı olmasına rağmen domdom kurşunu kullanıldığı (BOA. HR. SYS. 2182/2.), uçaklarla, üzerinde Hilal-i Ahmer işareti olan Akbaş Tekkesi hastane çadırlarının bombalandığı ve içerisindeki tüm yaralıların öldürüldüğü (BOA. HR. SYS. 2409/53.), boğucu gaz içeren patlayıcı madde kullanıldığı (BOA. HR. SYS. 2417/41.), denizaltılarla fütursuzca her çeşit insan haklarını çiğneyerek Mudanya ve Tekfurdağı’ndaki yolcu gemilerine saldırıldığı (BOA. HR. SYS. 2098/12.) görülür.
Fakat Osmanlıların elindeki esirlere hiçbir zulüm yapılmamış, askerî kurallar çerçevesinde esaret hayatı yaşatılmıştır. Henüz Çanakkale Savaşları devam ederken düşman askerleri Afyonkarahisar’daki esir kamplarına götürülmüşlerdir. 1914’ten 1916’ya kadar her rütbeden asker bu kampa getirilirken, 1916 yılından sonra burada büyük çoğunlukla subaylar tutulup erbaşlar ülkenin çeşitli yerlerinde çalışmaya götürülmüşlerdir. “Savaşmıyorsan misafirsin” düsturuyla muamele edilen esirlere nadir de olsa kötü muamele eden görevliler tespit edilmiş ve cezalandırılmıştır. Kabiliyetlerine ve mesleklerine göre ülkenin dört bir yanında çalıştırılan esirler bir müddet sonra ülkelerine geri dönmüş ve burada geçirdikleri günleri anılarında kaleme almışlardır. Örneğin yakalandıktan sonra İstanbul’a getirilen AE-2 denizaltısı mürettebatından Charles Suckling, esir edildiği andan itibaren yaşadıklarını kendi el yazısıyla günlüğüne şu şekilde aktarmıştır: “Gemiden indikten sonra tek sıra hâlinde yürüyerek askerî barakalar olduğunu düşündüğüm bir yere getirildik. Yolda yürürken sanki İstanbul halkının hepsi bizleri görmek için yol kenarına dizilmişti. Halktan herhangi bir düşmanlık gösterisi olmadı. Askerî barakalara geldiğimizde Türk bahriyeli elbisesi, paltolar, terlik ve fesler dağıtıldı. Daha sonra üzerimizden alınan kıyafetler götürüldü ve içtima ettikten sonra fotoğraflarımız çekildi. Bir tercüman aracılığıyla bize hitap eden Türk komutan kendimizi birer esir değil, Türk devletinin onurlu misafirleri olarak kabul etmemizi söyledi. Ne istersek kendisine söyleyecektik ve o da elinden geleni yapacaktı. Türk komutanlar bizi sükûnetle ve kibarca dinliyorlardı.” (Argus Gazetesi, 3 Mayıs 1915.)
Bir başka savaş esiri Teğmen John PittCary’nin ülkesine döndükten sonra kaleme aldığı esaretle ilgili anıları şöyle: “Diğer subaylarla aynı evi paylaştım. Afyonkarahisar’da kaldığım süre karakalem çizimler ve yağlı boya tablolar yaptım. Bahçede bulduğum bir kaplumbağayı evcil hayvan gibi besledim.” Bir müddet Osmanlı’da esir olmuş ve 1918 yılında Mısır üzerinden Londra’ya geri dönmüş olan Astsubay Harry Abbotise ise evvela Afyonkarahisar’da bulunan kampa daha sonra ise Belemedik tren yolu inşasında çalışmaya yollanmış. Burada mutemetlik görevi üstlenen Abbotise, Londra’dan kendilerine yollanan paraları askerlere dağıtmakla yükümlü olmuştur.
Başka bir savaş esiri olan S.T Bell, yazdığı kısa raporda denizaltının batışından sonra kendilerini vuran Sultanhisar torpido gemisine alınarak önce Çanak bölgesine götürüldüğünden daha sonra yine aynı gemi ile İstanbul’a getirildiklerinden bahseder. İstanbul’a getirilmelerinin hemen ardından kendilerine kuru elbiseler ve tütün verildiğini anlatan Bell, anılarında “Bizlere iyi davranıldı ancak denizaltımızın hareketleri ve daha başka denizaltının olup olmadığını sorgularken birkaçımıza sert davranıldı.” diye yazmıştır. (The Egyptian Gazette, 19 Haziran 1915. s. 4.)
Savaşın devam ettiği ve en ağır çarpışmaların yaşandığı Ağustos ayında yaşanan acı kayıplarda bile insanlığından ödün vermeden yaralı ve aç düşman askerilerine merhametle muamele eden Türk askeri hakkında Argus Gazetesi’nin 10 Ağustos 1915 günü yayımlanan sayısında “Düşünceli ve Saygılı Türk Askeri” başlıklı bir mektup yer almaktadır. Gazetede yer alan makaleye göre, yaralanıp tedavi için yattığı hastaneden arkadaşına mektup yazan Avusturyalı Çavuş H. D. Collyer, şunları anlatıyor: “Türklerin aslında iyi insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay: Bir keresinde on iki yaralı askerimiz, cephede Türk Kızılay ekibi tarafından bulunur. Esir alınmazlar. Yaraları sarılır ve gitmeden evvel kendilerine ‘Sizinkiler gelip sizi alırlar.’ denilir. Bir başka sefer Türk askeri, yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi bulur. Yaralarını temizleyip sarar. Onu kuytu bir yere yerleştirir. Arkadaşları tarafından bulunması gecikebilir endişesiyle de yanına bisküvi ve su bırakır. Yine bir başka Türk, yaralı bir askerimizin yarasını sarar ve hemen gitmesini, aksi takdirde bir Alman subayı gelirse her ikisini de vuracağını söyler.” (Argus 10 Ağustos 1915, s. 5.)
Evet, Anadolu’nun 80 bölgesinde kurulan Üsera Kamplarında Türk tarafına esir düşen yüzlerce subay, binlerce asker vardı. İtilaf askerlerine esaretten ziyade misafir hissi veren bu dikensiz, telsiz mekânlar kendilerine gelen ziyaretçilerin gözlerindeki endişeye tanık oluyor fakat asla bir taşkınlığa ve işkenceye şehadet etmiyordu. Korku, ümitsizlik ve büyük endişe içerisinde kamplara gelen esirler öldürülecekleri beklentisiyle geldikleri kampta misafir muamelesi gördüklerinde şaşkınlığa uğruyor ve bu şaşkınlıklarını yazmış oldukları mektuplarında ve bizzat şahit oldukları olayları kaleme alırken detaylarıyla anlatıyorlardı.
Savaş esirlerinin hukuki pozisyonuna dair Osmanlı’nın imza attığı Cenevre Sözleşmesi’nin 4. maddesine göre: “Silahlı çatışma içerisindeki taraflardan birinin silahlı kuvvetlerine mensup olup diğer tarafça teslim alınan herhangi bir savaşçı, savaş esiridir.” cümlesi yer almaktadır. Buna göre esir alınan kişi adını, rütbesini ve sicil numarasını vermekle yükümlüdür. Askeri esir alan devlet ise esareti altında olan askerleri teker teker ülkelerine bildirmek zorundadır. Esirin kazanımı olan bu hakları Osmanlı uygulamış ve gerekenleri yapmıştır.
Yeni Zelandalı Tony Fagan, 19 yaşında geldiği Çanakkale Savaşları’nda yaralanmış ve tedavi edildikten sonra tekrar savaşa dâhil olmuştur. İkinci defa yaralanıp esir alındıktan sonra tedavi edilmiş ve sakat kaldığından ülkesine gönderilmiştir. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, 1982 yılında kendisinden Çanakkale Savaşları hakkında yorum yapması istendiğinde ise asırlara ders olabilecek nitelikte şu cevabı vermiştir: “Evet Gelibolu’yu hâlâ düşünüyorum. Hiçbir savaş buna değer miydi diye soruyorsunuz. Ayrıca, şu beyaz haçlar altında gömülü yatan, Yeni Zelanda’nın en seçkin evlatlarına da sorabilirsiniz. Tüm bunlara değer miydi? Hayır, hayır. Değmezdi…” (Shadbold, M. Op.cit. sy.22, s.17-18.)