Makale

KANAAT ET

KANAAT ET

23 Şubat 2019

Öğrencim, “Hocam, size bir emanet bırakacağım. Siz mutlaka ihtiyaç sahibi birini bulursunuz, ona verir misiniz?” diye elindekini uzatınca, almakta tereddüt ettim. İstanbul’da muhtaç kimseyi ne yazık ki tanımıyordum. Israrları neticesinde elindeki zarfı aldım. Fakat çaresizce, bana emanet edilen parayı kime vereceğimi düşündüm. Sokakta onlarca dilenci görüyordum, onlara vermek daha kolaydı ama içlerinden hangileri gerçekten ihtiyaç sahibiydi? Değil mi ki topladıklarıyla ev, araba alanlar vardı ve maalesef gerçek ihtiyaç sahiplerini görmemize engel oluyorlardı. Her isteyene onlar sebebiyle önyargılı yaklaşıyordum. Bu yüzden kızgındım onlara. Bu yüzden hep şüpheyle yaklaştım sokakta “Allah rızası için” isteyenlere...

Eve geçmek için otobüse bindim. Yol boyu emaneti nereye versem diye düşünürken caddelerde kâğıt toplayan gençler gördüm. Elbiseleri kirli, elleri kömür karası ama yüzlerindeki o mahcup edayla, sanki kafalarını kaldırsalar insanları rahatsız edecekler çekingenliğiyle bakışlarını gizlemeye çalışıyorlardı. Rızıklarını kazanmaya çalışan o gençlerin gayretine şahit oluyordum kimi zaman, bu yüzden hep gurur duyardım onlarla… Kararımı vermiştim, emanet edilen parayı gördüğüm ilk kâğıt toplayan gence verecektim. Ama nasıl? Bunu teklif etmek, rızıklarını gayretleriyle kazanan o gençleri tahkir etmek demek miydi? Vermek istediğim kişi bunu nasıl karşılayacaktı? Evet, onlar dinlemiyorlardı. Peki, nasıl yapmalıydım?

Otobüsten inip yürüdüm. Cadde üzerinde kâğıt toplayan bir gence rastladım… “Evet, buldum, emaneti sahibine ulaştıracağım.” diyerek ona doğru yürümeye başladım. Kendisine doğru geldiğimi fark etmiş olacak ki bakışlarını bana çevirdi. O an ne diyeceğimi bilemedim, konuşmaya cesaret edemedim, tebessüm ederek oradan uzaklaştım. O bakışlardan neden bu kadar utandığımı anlayamadım. Sanki iki yüce dağın gölgesi düşmüştü üzerime. O mağrurdu peki ben neden çaresiz kaldım?

Bu düşüncelerle eve vardım. Biraz soluklandım. İkindi üzeri hastane randevum vardı. Hastane çıkışı yolda beklerken, yine bir genç gördüm. Kâğıt toplamaya gelmişti. Mütebessim ve gayretli… Bir süre onu izledikten sonra yanına yaklaştım. “Affedersiniz,” diye söze başladım. “bende bir emanet var, size versem alır mısınız?” Genç neyle karşılaşacağını bilmiyordu, gözleri kocaman açılmıştı. Çantamdan öğrencimin emanetini çıkarıp ona uzattım. Elime baktı, sonra gözlerini yere çevirip, “Kusura bakmayın bunu alamam, ben para almıyorum, bunları satarak para kazanıyorum.” dedi. Utanmıştım ama onun da beni yanlış anlayıp kendisini hakir gördüğüm için para verdiğimi düşünmesini, bu zanna kapılıp üzülmesini istemedim. Israr ettim, “Bu para benim değil, bana emanet, bu emanet yükünden kurtar beni. Hem sen kâğıt toplamıyor musun? Bu da bir kâğıt. Ne yapacağın tamamen sana kalmış, istersen onu da satabilirsin.” dedim. Rahatlamıştı. Yüzündeki üzgün ifade yerini mahcup bir tebessüme bıraktı. Elim havada bekliyordum. Elini uzattı ve zarfı istemeyerek de olsa aldı. O an dünya güzelleşti. Ama bir “iyilik” yapıldığı için değil... Zira o yapılan bir iyilik değildi. Bir gencin kanaat sahibi olmasının güzelliğiydi…

Oysa bizler, daha çok eşya daha çok para daha çok başarı daha çok kıyafet daha güzel araba daha güzel iş, daha... Sonu gelemeyen isteklerimizin çemberinde hayatlarımızı sürdürüyoruz. Daha azını düşünmek daha aza sahip olmak düşüncesi bile uykularımızı kaçırıyor. Geleceğe karşı kaygılarımız çoğalıyor. Yetinmeyi öğrenemedikçe mutlu olmayı da başaramıyor, alışveriş merkezlerinin, suni parkların, dayalı döşeşi evlerimizin gölgesinde mutluluk arıyoruz. Hayatın bizim dışımızda bize sunduğu o yoğun gündeme kapılıp gidiyoruz. Daha azı bizleri tatmin etmiyor ve daha azıyla asla yetinemeyeceğimize neredeyse emin olarak daha fazlası için çırpınıyoruz.

Hayatın bu hay huyu içinde “azı da olabilir”i görebilmek neredeyse imkânsız hâle geliyor. Çevremizde gerçek ihtiyaç sahiplerini görmeyeli sanki asırlar oldu. Sanki herkes en az bizim kadar zengin… Sokaklarda yatan insanlar sanki kendi istekleriyle oradalar. Kavramlarımız bizi yanıltıyor ya da bakış açımız daraldıkça gördüklerimizi yorumlamak zorlaşıyor… Bizim kendimiz için kurduğumuz o daha mükemmel dünyaya hiçbir acının hiçbir eksikliğin, hiçbir yokluğun ve yoksunluğun gölgesinin düşmesini istemiyoruz. Bizi mutsuz eden her ne ise bizden uzak durmasını istiyor, bunun için yaşıyor, gölgelerimizden bu sebeple kaçıyoruz…

Evet, bu gün o genç, vakur duruşuyla, Allah’ın kendisine bahşettiği ne varsa işte o nimetlerin varlığıyla tatmin olmanın, kendisi için yazılan rızka kanaat etmenin ne demek olduğunu anlattı aslında. Her gün daha iyi yaşamak için milyarlar harcayan insanların, milyarlar harcayarak sahip olamayacağı o kanaatkârlığa erişen genç, yeryüzünün asıl sakiniydi.

Esra Bertan