Makale

SELAM OLSUN 15 YAŞIMIZA

SELAM OLSUN 15 YAŞIMIZA

Dilara Tekin

Edebiyat Öğretmeni

Her şeyin mümkün olduğu zamanlar, 15’li yaşlarımız değilse ne zamandır? Zorlayın zihninizi, fakat kabalaşmadan. Yün yorganları güneşe doğru ufalamak gibi belki. Düşleyin ellerinizi o yıllar içinde. Gözleriniz, kaşlarınız ve sesiniz nasıl da başka. Yaklaşın, biraz daha yaklaşın aynaya; feri sönüyor yer yer, sonra birden tutuşuyor. Onu anlamıyor kimseler. Yoruluyor, bir ağrı biçimini alıyor. Anlaşılmadıkça hırçınlaşıyor yahut gitgide içe dönüyor. O, sizsiniz. İnkâr edin dilerseniz, fakat 15 yaşınızın içinden siz de geçtiniz! Sizin içinizden de uzun vagonlar geçti ağıtlar yaka yaka.

Lisede edebiyat derslerine girmeye başladığımdan beri sadrımdan bir merhamet boşanır oldu. Onu basket potalarında eritmek istiyorum, gençlerle birlikte. Bu bir sele dönüşmeden üzerinde kayığımızla yüzebilelim istiyorum. Lütfen, kürekleri birlikte çekelim.

Sınıfa girdiğimde gözlerindeki kaygıyı, sorularını ve anlaşılamıyor olmanın sancılarını görüyorum. Daha küçük yaşlar, gülerek örtmeye meylediyor ağrısını. Onlara, ağrıları olduğu zaman ağlayabilmeyi öğretiyorum. Bulutları göstererek parmağımı uzatmadan yerdeki damlalara çeviriyorum gözlerimi.

Yıllar geçip giderken bizler sadece bulunduğumuz yaşı sahipleniyor, geçmişteki yılları da bizim yaşamış olduğumuzu kolaylıkla unutuyoruz. Çatılan kaşlarımızın tam ortasında eksik olan şey, yumuşaklık. Ki o daima sertten güçlüdür.

“Gençlik nereye gidiyor!” Nereye gitsinler istiyoruz? Reklam afişleri, diziler… Karşılarına çıkan her şey, onları daha bencil, daha hoyrat ve daha haz odaklı bir yaşama çağırıyor. Ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu bilmeyişin kucağında binbir dürtü ve duygu. Durmaksızın akan görüntü ve sesler doluyor zihinlerine. Günün yorgunluğuyla dönüyorlar evlerine. Ah! Eve dönmek... Eve mi dönüyorlar sahiden? İnsanın evine dönebilmesi, bu aziz seremoniyi tadabilmesi ne büyük nasip. Çocuklarımız, eve döndüklerini hissediyorlar mı hakikaten? Düşünün, birileri sürekli eli belinde işaret parmağını sizin yüzünüze doğru sallıyorsa döndüğünüz yerde, orası yuvanız olur mu?

Soru şu olmalı: “Gençler nereye gitmiyor?” İncelikli bir yola doğru olmadığı aşikâr. Çünkü çok aceleleri var, bu aceleyi besleyen anne babaları. Kariyer kaygıları, sınavları... Onların hesaplanması, kıyaslanması…

Peki, gökyüzüne bakıyor mu gözleri? Sınavda kaçırdığı bir soru kadar kıymeti var mı görmeden kaçırdığı gün batımının? Soruyor muyuz, yüzüne baktın mı dağların bu sabah, diye. Sınavları değil, dükkânını açmakta olan esnafa verecekleri bir selam umurumuzda mı? Kaygısız ve umursamaz hâlleri bizi çileden çıkarıyor. Pekâlâ. Acaba umurları, bizim dikkate aldığımız hususlarla şekilleniyor olabilir mi? Bir çocuğun başını okşadığında, yaprağa dönüp baktığında, Fatiha’yla yüzünü ovuşturduğunda, bacaklarını ezanla toparladığında değil de, sunduğu rakamlarla heyecanlanan yetişkinlerin ortasında kalpleri ağrıyor olabilir mi? Sonra bu ağrıyı duymamak için kulaklıklarını iyice bastırarak kendi dünyalarının sesini açıyor olabilirler mi?

Eğer birlikte bir dünya kurmak istiyorsak onlara ait parçaları budayamayız. Bu, yabanıl otları temizlemek değil, ağacın dallarını kırmak. Duymadan evvel konuşamayız. Sadece yargılayarak, aramızdaki dağlara boy vermekten başka ne yapmış oluruz? Ki bu dağlar çorak olur, çiçek büyümez üzerinde. Sonra suladım da kuru bir inat oldu, yeşermedi, diye kendimizi kandırırız. Çeşmeyi açmakla suya kanılmaz. Su dilediğince aksın, onun bolluğu susuzluğumuzu gidermeye yetmez, eğilip uzanmadıkça... Çeşmelerimiz açıksa da avuçlarımız gençlerin kuruyan dudaklarından uzak. Avuçlarımız, uçlarında bulunan parmakları sallamakla meşgul.

İş buyurmadan, akıl yönetimine kalkışmadan, yargılamadan sadece ama sadece dinledik mi onları? Dinlemek öyle büyük, öyle ulu bir eylem ki her denememizde direksiyonu uçuruma kırıyoruz. Ya kalkan kaşımız mâni oluyor ya türlü türlü imalar barındıran ses rengimiz. Sessizliğimizin dahi bir rengi var, yoruyor. Buluta, ağaca benzemiyor. Banka duvarlarına bakmak gibi belki.

Resulüllah (s.a.s.), hangi genci azarlamış ömrünce? Rahatsızlık duyduğu her ne varsa önce kendine dönen bir Resul… Namazı ondan öğrendik, orucu ve zekâtı. Ruhu da kişisel gelişim kitaplarından, gündüz kuşağı programlarından değil; onun sürur veren duruşundan öğrenmek lazımdı. Bir sonraki diziyi beklerken bunu kaçırdık.

Bir de baktık büyümüş evlatlarımız. Gelmişler 15 yaşına. Bütün suçlar asılmış boyunlarına. Hemen elimize almışız yasak listelerini, kerrat cetvelini sallayarak. Anlamın ve insanı anlamanın kıymetini nakşetmek için ömrünce didinen bir Resul’e ümmet iken dinlemek işini psikologlara bırakmışız.

İşte böyle bir yangın ortasında, derse giren bir edebiyat öğretmeni, her bir öğrencisinin gözlerine serçeler koymak istemiş, uçup da nefes alsınlar diye…