Makale

HİCRET, TENHA SÖZLER”LE Mİ DİLE GELİR?

“HİCRET, TENHA SÖZLER”LE Mİ DİLE GELİR?

Ali SALİ

Edebî eserler yazarının tavrını taşısalar da yazarın ismiyle yayımlanan ve okura sunulan eserler, kaleme alındığı ve içinde bulunduğu çevrenin izlerini de taşırlar. Bu izler eserin belli bir tavrı benimsemesi şeklinde ortaya çıkabileceği gibi belli bir “dil” tercihi olarak da kendini gösterir. Edebiyatın diğer türlerinde olduğu gibi bu, şiirde de böyle tezahür eder. Şairin dil tercihi, tarz ve tahayyül tercihi okuduğumuz şiirde alttan alta kendini hissettirir. Hangi çevrenin içinde eser kaleme alıyoruz, ideolojik söylem anlamında hangi “dil” bize tesir ediyor, bunlar şiirde kendini bir şekilde gösterir.

Edebiyat, biliyorsunuz bir çevre içinde yapılır, ortaya çıkan esere çevrenin tesirleri siner. Akif İnan merhum, şiir yazmaya ve şiirlerini yayımlamaya belli bir çevrenin içindeyken başladı. Şiir yayımlamaya başladığında ise edebiyat hayatında “İkinci Yeni” adıyla maruf şiir tavrı ve tarzının hâkimiyeti söz konusuydu. İçinde bulunduğu çevre için kimileri “muhafazakâr” ismini kullansalar da bu isim benim tercih ettiğim bir isimlendirme değil. Daha sonraları “İslamcı” adı verilse de bu da benim tercih ettiğim bir adlandırma değil. Çevre ismi kullanmak yerine Akif İnan’ın birlikte olduğu isimleri anmak bana daha tercih edilebilir gibi görünüyor: Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Adil Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu. Bu isimlere Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’u da ilave etmek gerekiyor. Çünkü eğer ortada bir camia varsa bu camianın şiir ve yazarlık tavrı konusunda bu iki ismin çok büyük bir etkisi var. Ve tabii bir de yine merhum Nuri Pakdil. Nuri Pakdil’in 1969’da “Edebiyat” dergisini çıkarmaya başlaması ve saydığım bu isimlerin derginin ilk halkasında yer almalarının hem yazma tavırlarını hem de yazılarındaki kelime seçimlerini ciddi biçimde etkilediğini düşünüyorum.

Merhum Nuri Pakdil’in Öz Türkçeci tavrı biliniyor, bu konudaki hassasiyeti malum. Yine koro gibi kelimeleri şiirlerinde tercih etmesinin de ben Nuri Pakdil tesiriyle olduğu kanaatini taşıyorum. İnan, Urfalı olması hasebiyle müzik tavrı ve beğenisi açısından “ruhavî”yi tercih etmesi (ki yaşantısı itibarıyla da türkülerimizi ve bu toprakların makamlarını tercih eden hassasiyetlere sahip olduğunu biliyoruz, en azından bir intisabının olduğunu biliyoruz) beklenirken Klasik Batı Müziği unsurlarını tercih etmesi, şiirinde koro gibi kelimeler kullanması muhtemelen bu etkiyledir. Sadece Pakdil değil tabii ki hem dönem itibarıyla hem de çevre itibarıyla sanatçı denilen kişinin Batı’nın büyük bestekârlarını dinlemesi neredeyse bir zorunluluktu! Biliyorsunuz Necip Fazıl Kısakürek de Klasik Batı Müziği tutkunu biriydi.

Necip Fazıl demişken hemen ondan, Babıâli isimli kitabından Akif İnan’la ilgili bir alıntı yapalım: “Bizimkiler; ah bizimkiler! Fikirde, sanatta, politikada ve aksiyonda onları kısa bir muayeneden geçirelim: Aralarında oluşlarını Büyük Doğu’ya bağlayabileceğimiz fikir ve sanatçılar; Sezai Karakoç, Mehmet Akif İnan, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Mustafa Yazgan…

İşte Büyük Doğu teknesinin fikir ve sanatta en yetkin ve olgun hamur münevverlerinden Mehmet Akif İnan, kendi öz nefis muhasebe ve murakabesini şu mısralarla vermek kudretini gösteriyor: ‘Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur/Batı ki, sırtımda paslı bıçaktır.’”

Necip Fazıl Kısakürek’in Babıâli’de Akif İnan’a yaptığı bu büyük övgü bir yandan “Büyük Doğu” isminin/tamlamasının şiirde “ana” kullanılmasının etkisi varsa da asıl etkisinin Necip Fazıl’ın her Ankara’ya gelişinde görüşmeler, sohbetler dâhil birçok hususu Akif İnan’ın organize etmesinin olduğunu da söyleyebiliriz. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisini ve bu isimle yurt çapında dernekleşme hayalini de görmezden gelmemek lazım bu arada. Tabii bir de Necip Fazıl’ın konferanslarının takdimcisi olmasının, bu durumun Necip Fazıl ile Akif İnan arasında oluşturduğu sıcak bağın etkisini de görmezden gelemeyiz.

Bu arada Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un açtığı zeminde şiirler yazan Mehmet Akif İnan gibi, Cahit Zarifoğlu gibi, Alaaddin Özdenören gibi şairler de vardır ama bu isimler hem kanon dışı, görmezden gelinmesinde herhangi bir mahzur bulunmayan şairlerdir. Hem de İkinci Yeni şiirinin bu isimler üzerinde de inkâr edilemeyecek etkileri vardır ama bu şiir tarzı içinde değerlendirilmeye gelemeyecek bir şiirdir onlarınki.

Mesela Akif İnan’ın hayattayken yayımlanan iki şiir kitabının birinde 22 şiir, diğerinde ise 33 şiir bir araya getirilmiştir. Bu şiirlerin birçoğu divan şiirini hatırlatacak mısra yapısına sahiptir (beyitler hâlinde kurulmuştur mesela bu şiirlerin kahir ekseriyeti), ayrıca kullandığı üslup divan şairlerinin söyleyiş tarzını hatırlatmaktadır. Bu şiirler hem iki mısralık bir şeklî yapıyı barındırır hem de anlam iki mısrada, yani beyitte tamamlanmaktadır.

İlk kitabı Hicret’te ise âlemlerin fahri Efendimize (s.a.s.) muhabbetini yazdığı bir şiir var: Olağanüstüler. Şiir 31 beyitten müteşekkil çok güzel bir şiir. Sadece Efendimize yazdığı övgü şiiri yok Hicret’te. Hz. Ali’yi anlattığı bir şiir de yer alıyor kitapta: Toprağın Babası. Yazdığı şiir kısa olmasına rağmen çok güzel bir şiir.

“Mescid–i Aksa” şiiri ise Türkçemizdeki en güzel Kudüs ve Mescid–i Aksa şiiridir. Şiiriyeti ise çok yüksektir. Buna rağmen bu şiir ne hikmetse “Tenha kalmış” bir şiiridir Akif İnan’ın. Tenhalığı bilinirliği ile ilgili değil. Belki de en çok alıntı yapılan, en çok dile getirilen şiirlerinden biridir merhumun. Fakat şiir hep bir kavga şiiri olarak görülmüş, bir kavga şiiri olarak okunmuş ve öyle sunulmuştur. Oysa Mescid–i Aksa’nın dilinden aktarılan duygular çok kesif bir hüznün de mısralara dökülmüş hâlidir.

“Hicret”teydi merhum Akif İnan ve asli vatanına, hepimizin vatanına döndü. Sözleri “tenha”ydı. Hepimizin hicrette oluşu, sözlerimizin tenha oluşu gibi. Sözlerimiz tenha ve hicretimizin bitimine muhtemelen az bir zaman kaldı!