Makale

AH KUDÜS

AH KUDÜS...

Dr. Ravza CİHAN
Sakarya İl Müftü Yardımcısı

“Bir gece... kulunu... Mescid-i Aksa’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir.”

(İsra, 17/1.)

Cuma gecesi saat 04.15. Yola düştük. Ben arkadayım. Geceyi izliyorum, gökyüzündeki aya bakıyorum. Yağmur yağıyor. Gözyaşlarımı saklıyor. “Onlara anlat yağmur karşılıklı yağar.” Geceyi izliyorum... Beni kutlu mekâna ulaştıracak sokakları, taşları... Gözlerime söz geçiremiyorum, gönlüm kafesteki kuş. Adımlarım hızlansın mı yavaşlasın mı, karar veremiyorum.

“Namaz, müminin miracıdır.” Fecr vakti, “Kur’âne’l-fecr” ... Hangi vaktin, hangi beldelerin şehadetinde olduğunu idrak edebiliyor muyum?

Surlara varınca her ayrıntıyı zihnime kaydetmek için bir daha bir daha bakıyorum. Kapılar, basamaklar, sağa-sola dönüşler. Çok güzel... “Bir gece... kulunu...” Burada kimlerin adımları var, kimlerin sesleri yankılandı, kimlerin niyazları arşa ulaştı buradan... Ya Rabbi, lütfeyliyorsun ya... Ah...

Zeytin ağaçlarının arasından önce Kubbetü’s-Sahra. Aleminin yukarısına, daha yukarısına bakmaya çalışıyorum, haddim olmadan. Daha yukarıya... Gözlerim her kubbeye başka bakıyor. Ezber ettiğim isimleri sıralıyorum. “Burasıymış, böyleymiş.” diyerek. Nebi Kubbesi’nde kalıyor gönlüm.

Sonra kemerler, her yanında kemerler. Şadırvanın sesi geliyor, nasıl tanıdık. Her ses, her adım sanki... Evvelden... İşte Kıble Mescidi... Sen uzak değildin, uzak değilsin. Geldim. Geldim, elhamdülillah. Geldim. “…Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.” (Tevbe, 9/40.) Ezan-ı Muhammedî okunuyor. Müezzinin sesi nasıl da aşina. Ben Kudüs’ü “kol saati gibi” olmasa da taşıyorum yanımda. “Harem’deki gibi” demek geliyor dilime, tevbe ediyorum. “Gibi” değil. “Harem’deyim.” İlk kez ilk kıblemizde kıyama duruyorum. İlk kez ikinci mabedimizde “rükû edenlerle birlikte rükû” ediyorum. İlk kez üçüncü haremimizde secdeye varıyorum.

Değilmiş, gerçekten değilmiş. Okumak gibi değilmiş, dinlemek gibi değil. Tahayyül etmek gibi de değil... Hissetmek başkaymış. Hissetmek... Tüm azaların aynı anda aynı hisle dolması… Bambaşkaymış... Şimdi Efendimizin (s.a.s.) bir sözünü tatbik etmenin muştusu var içimde. “(Namaz kılıp daha fazla sevap almak için) ancak şu üç mescide yolculuk yapılabilir: Benim bu mescidime, Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya.” (Müslim, Hac, 511)

Kubbetü’s-Sahra’ya vardık, cuma namazı için. İcabet vaktinde ellerimizi açtık, ben okudum, onlar “Âmin.” dedi. Âmin... Filistinli, Endonezyalı, Türk ne fark eder. Duamız bir olduktan sonra dillerin, renklerin farklı olması bir şey mi! Biz hep birlikte “Âmin.” dedik. Gözlerimi açtığımda, bana bakıyordu, kalu belâda ruhlarımızın tanış olduğu hanımefendiler. Gözlerimiz konuşuyordu, hep birlikte kubbeye baktık. Seslerimiz, âminlerimiz burada asılı durur mu, diye. Kubbeye bakınca fark ettim, avizeleri.

Bizler de Beyt’inin kandili olur muyuz ki? Bizleri bilemiyorum ama Filistinli hanımefendiler böyle kandil olmuşlar, tüm mescitlere. Polislerin -sebepsiz- tüm tutumlarına rağmen her gün, her gün mescitlere gelip (sanki) nöbet tutuyorlar. Cihat değil mi, bu, “Kalplerini mescitlere adayanlar” mıydı, arşın gölgesinde bulunacak olanlar?

Kıble mescidindeki son sabah namazımız. Veda edeceğiz, Aksa’ya. Minberiyle, mihrabıyla musafaha ediyorum.

Yağmur yağıyor, “Sen de mi?” diye soruyorum, buğulu gözlerimle baktığım kubbeye. “Sen de mi?” Ağlama, ne olur. Sen uzak değilsin, gördüm bunu. Uzak değilsin. Ama mahzunsun. Bir başınasın. Yalnız bırakılmışsın. Hasretle bekliyorsun, saf saf müminleri. Herkes gelsin, kendi cihadı için nöbete dursun, diliyorum. Tüm Aksa avlusu, dolsun, taşsın, bekliyorum. Sen uzak değilsin, mahzunsun. Sen ağlama, biz ağlayalım hâlimize.

Halîlur’r-Rahmân Camisi’nin girişinde iki turnike. Kısmetli olduğumuzu söylüyorlar, cumartesi günü olduğundan polisler yok. Camiye girişimiz turnikelerle! Ömrümde ilk kez bir camide namazı beklerken ezan-ı Muhammedî okunmadı. Okunmadı, kubbede tekbir yankılanmadı. Günlerden cumartesi ve bugün ezan-ı Muhammedî okunmuyor, bu camide... Namazda camiye bitişik olan sinagogdan sesler geliyor, alkış ve dua sesleri... Ezan-ı Muhammedî okunmuyor...

Öğle molası için Beytü’l-Lahm’deyiz, Hz. İsa peygamberimizin doğduğu şehir. Bir mekâna giriyoruz, Mehter Marşı çalıyor. Taksiye biniyoruz, “Türk müsünüz?” diye soruyorlar. Havaalanında su alırken, “Ben de Müslümanım.” diyor. Ümmet olmak, bir ve birlikte olmak nasıl bir hâl?

Eriha’da Tecrübe Dağı’na gidiyoruz. Rehberimiz anlatıyor. Ben düşlere dalıyorum. Üç gündür peygamberlerin yollarında, onların adımlarının peşi sıra gidiyoruz. Dağlar var... Tefekkür için muhakkak urûc etmek gerektiğini bir kez daha idrak ediyorum. Kelâm-ı ilahinin ve dahi seyr-i enbiyanın Arafat’tan, Cudi’den, Tur’dan, Hira’dan ve Sevr’den geçmesi boşuna değil.

Yafa... Tabelalardan anlaşılıyor, farklı bir şehir olduğu, buraya kadar tüm tabelalarda Arapça, İngilizce ve İbranice birlikte yazılmışken burada yalnızca İbranice. Buraya kadar tüm yapılar az katlı ve daha iç içe iken burada modern bir şehir görüntüsü var.

Sahilde dalgaların bembeyaz köpüklerini izliyoruz, Bahr mescidine bakarak. Osmanlı’nın adımlarını takip ediyoruz. Cennet mekân Abdülhamid Han’ın yaptırdığı saat kulesine selâm ediyoruz. Tam karşısındaki binanın giriş kapısının üstünde Osmanlı tuğrası ve bir kitabe... Neredeyiz biz? Yafa’nın en büyük camisine Mahmudiye Camii’ne varıyoruz, aceleyle. Zira yatsı namazından sonra kapısına kilit vuruluyor. Cami avlusuna girerken Türkçe bir cümle, avluda Türk bayrağı ve Osmanlı mimarisinde bir câmi. Nasıl güzel... “İz”ler var, her yerde, her adımda, her taşta. “İz”ler aziz Müslümanların “iz”leri.

Kudüs sevdasını, mahşere bırakmamalı. Nefes alıyorken Kudüs’ü sevmeli, özlemeli ve ona dua etmeli...