Makale

DEPREMİN TEOPOLİTİĞİ İLAHİ BELİRLEYİCİLİK ROLÜNÜ ÜSTLENMEK

DEPREMİN TEOPOLİTİĞİ
İLAHİ BELİRLEYİCİLİK ROLÜNÜ ÜSTLENMEK
Prof. Dr. Ali KÖSE
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

Uzakdoğu’da 2005 yılında yaşanan tsunamiden birkaç gün sonraydı. İnternette dolaşan bir mesaj ve o mesaja eşlik eden görüntüler, doğal afetlerin dinî tartışmaları da beraberinde getirdiğini bir kez daha gösterdi. Bu görüntüler uydudan çekilmiş fotoğraflardan alınmıştı. Fotoğrafları internet aracılığıyla tüm dünyaya yayan kişi veya kişilere göre, sahile doğru uzanan bir dalga görüntüsü Arapça “Allah” yazısını, bir diğer görüntü ise bu defa İngilizce deprem anlamına gelen “Earth-Quake” kelimesinden alınan harfleri içeriyordu. Uydu fotoğraflarını böyle okumak en azından bir sebeple komikti. Çünkü bu okumaya göre Allah bize olayı bir fotoğrafta Arapça, diğerinde ise İngilizce olarak açıklıyor; iki ayrı dil kullanarak tsunamiyi ben yaptım diyordu. Allah’ın neden iki ayrı dil kullandığının cevabı tabii ki yoktu.

Bu olayda da görüldüğü üzere, insanoğlunun tabiatla veya tabii afetlerle ilişkisi sadece doğa bilimlerinin değil, felsefeden psikolojiye, tarihten sosyolojiye kadar birçok bilim dalının konusu olabilir. Hatta öyle ki indirgemeci bir yaklaşım dini de dinsizliği de insan-tabiat ilişkisine bağlayabilir. Dini savunanlar da dine karşı çıkanlar da insanoğlunun tabiat karşısındaki acziyetini kendi savunularına delil olarak gösterebilirler. Dini savunanlar, insanoğlunun tabiat karşısında aciz bir varlık olduğunu, bu nedenle tabiatı kontrol eden Allah’a teslim olması gerektiğini iddia ederken, dine karşı çıkanlar insanoğlunun tabiat karşısında duyduğu acziyet psikolojisiyle kendisine sığınacağı bir varlık uydurduğunu, aslında Tanrı’nın olmadığını söyleyebilirler.

İngiliz Müslüman Gai Eaton, Tanrıyı Hatırlamak isimli kitabında Hintli bir gurudan duyduğu hikâyeyi anlatır. Hikâyenin esprisi İngilizce anlatımında gizlidir: Uzun yıllar Tanrı’yı bulmak için mağarada inzivaya çekilmiş bir zahit varmış. Meşakkatle geçen uzun inziva hayatının sonunda, mağaranın duvarına umutsuzca şu sözleri kazımış: “God is nowhere (Tanrı hiçbir yerde yok).” Sonra kalkıp dünyaya koşmuş. Bir vakit sonra, küçük yaşta bir çoban bu mağaraya sığınmış. Çobanın fazla okuma yazması yokmuş. Zahidin yazdığını okumaya çalışmış: “N-O-W”. Bir süre soluklanıp devam etmiş: “H-E-R-E”. Zahidin yazdığı “nowhere” (hiçbir yerde) kelimesini yanlış heceleyerek “now here” (şimdi burada) şeklinde okumuş. Birden kalbi sevinçle dolmuş. “Tanrı şimdi, Tanrı burada!” diye haykırmış. Zahidin boş yere çabaladığı sonuca, çoban bir çırpıda ulaşmış.

Tsunaminin bu şekilde dinî bir perspektifle yorumlanması aslında bizim 17 Ağustos Marmara depreminde şahit olduğumuz dinî yorumları hatırlamamıza neden oldu. Şimdi olayın üzerinden geçen yıllarla birlikte o günlerde din adına yapılan bazı yorumların ne kadar yersiz, ne kadar komik olabileceğini belki bugün algılayabiliyoruz. Ama o günlerde yaşanılan şokun etkisiyle soğukkanlı yorumlar yapılamadı. Belki herkesten çok, olayı yaşayan, evlerini, yakınlarını kaybeden insanlar depremi sadece ceza boyutuyla algılama psikolojisi içine girdiler. Depremi Allah’ın özel bir cezası olarak algıladılar.

Bu algı şekli ilk bakışta belki dinî motivasyonlara dayalı bir algı olarak gözükebilir. Fakat olayın sosyokültürel ve sosyopsikolojik motivasyonları sanki daha ağır basmaktadır. Çünkü toplumun sosyal örgüsü, insanların negatif olayları bir şeylere atfederken kullandıkları zihinsel ve psikolojik mekanizmaları belirleyen bazı özellikler arz etmektedir.

Zaten depremi, cezalandırılma tecrübesini sürekli yaşayan, zihni bu mefhuma hep açık, psikolojisi bunu kabullenmeye her zaman hazır bir toplum yaşamıştı. Bu toplumun katmanları arasındaki ilişkiler ağı hep bu olguya göre şekillenmişti. Toplum günlük yaşantısında her an bu tecrübeyle karşılaşma ihtimaline hazırlıklı olan insanlardan oluşmaktaydı. Trafik polisini trafiği düzenleyen mekanizmanın bir öğesi olarak değil, cezasından sakınılması gereken bir öğe olarak gören sürücülerin toplumuydu. Öğrenci-öğretmen, memur-âmir, oğul-baba, futbolcu-hakem, gelin-kaynana, er-erbaş, vatandaş-devlet, hatta karı-koca ilişkisini hep bu olgu üzerinden şekillendiren bir toplumdu.

Bu sosyal yapının yaygın olduğu bir toplumun, böylesi bir felaketi, bu yapıdan sıyrılarak anlamlandırması doğal olmazdı. Doğal olan, böyle bir toplumun, günlük yaşantısında her an yaşadığı ama belki de hiçbir zaman farkında olmadan edindiği bu mekanizmayı kullanarak 17 Ağustos depremini yorumlamasıydı. Bunun en önemli delilini felaketi bizzat yaşayan insanlar arasında depremi dinî söylemden uzak kavramlarla yorumlamayı tercih edenlerin kullandıkları “Doğa intikamını aldı.”, “Doğa tepti, ceza verdi.”, “Deniz hakkını yedirmez.” gibi ifadelerde bulmak mümkündü.

Depremin gerisindeki gücü “doğa” olarak tanımlayanların bile “ceza”, “intikam” ve “öç alma” gibi mefhumlara müracaat etmeleri, deprem sonrası gündeme gelen ve tamamıyla dinî gibi gözüken motivasyonların, aslında bu sosyolojik yapıdan ve bu yapının toplum üyelerinde oluşturduğu psikolojik mekanizmaların işletilmesinden kaynaklandığını ortaya koymaktaydı. Söz konusu söylemleri geliştiren, yaşadığı her kötü tecrübeyi mutlaka bir önceki olumsuzluğa atfetme alışkanlığına sahip fertlerden oluşan bir toplumdu. Yürürken ayağının takılıp düşmesini, kendi dikkatsizliğine değil, biraz önce “birisi hakkında kötü şeyler düşündüğüne” veya “birisine kem gözle baktığına” yoran
bireylerin oluşturduğu bir toplumun, kaynağı konusundaki inançları (Allah veya doğa) ne olursa olsun, felaketin gerisinde bir ceza unsuru araması gayet doğaldı.

Olaya daha farklı bir noktadan bakılacak olursa, “gücün konuştuğu”, gücü eline geçirenin diğerlerine karşı kendisine umulmadık yetkiler atfettiği ve daha da önemlisi, diğerlerinin güce sahip olana bu yetkileri bahşettiği bu toplumsal yapı, deprem gibi bir felaketi ceza telakki etmekle, yansıtma mekanizmasına başvurmuş, “Ben de olsaydım böyle cezalandırırdım.” anlayışını sergilemişti.

Peki ceza algısının arka planında dinî öğretilerin hiç mi etkisi yoktur? Bu soruya “hayır” demek mümkün değildir. Ama bu konuda da yalın bir cevap yeterli olmaz. Dinî öğretilerde de yine sözünü ettiğimiz sosyal yapı gereği ceza unsurunu hep ön plana çıkaran bir toplum söz konusu. Cezalandırıcı bir Allah algısıyla dini şekillendiren ve dini “cezalardan oluşan bir sistem” olarak kavrayan bir toplum. Dinin veya Allah’ın bu şekilde (veya genelde bu yönüyle) algılanmasında da yine toplumsal yapının önemli bir payı söz konusudur. Kısacası, Allah’ı genelde cezalandırıcı yönüyle tanıyan bir toplum, yaşadığı böylesine büyük bir felaketi onun bu yönüne atfetmeyi tercih edecektir.

Olay, İslam dini açısından değerlendirildiğinde varılacak nokta aslında açıktır. Kur’an-ı Kerim geçmiş kavimlerle ilgili olarak, bazı kavimlerin çeşitli hataları nedeniyle helak edildiğini bildirmektedir. Kur’an’a inanan bir kimse bunun aksini düşünemez. Birçok ayet, geçmiş kavimlerin yaşadığı benzeri olayları aktarır ve onların helak edildiğini beyan eder: “Bizim onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi? Hâlbuki onların yurtlarında gezip dolaşmaktalar. Bunda, elbette akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Taha, 20/128.) “Nice memleketlerin halkını zulüm yaparken yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları metruk, sarayları bomboş kalmıştır. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki orada olanları kavrayacak kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (Hac, 22/45-46.)

Bu ve benzeri ayetler, evrenin hükümranının Allah olduğuna ve Allah’ın insanları tabiatın vahşi yüzü ile cezalandırabileceğine işaret eder. Bu ayetlere inanan müminlerin böyle bir ihtimali göz ardı etmeleri mümkün değildir. Allah, bazı hataları, zulümleri veya küfürleri nedeniyle bazı kavimleri deprem, tufan vb. vasıtalarla helak ettiğini bu ayetlerle bildirmektedir. Ortada Allah tarafından gerçekleştirilen bir belirleme söz konusudur. Yani “Falan şey nedeniyle filan olay olmuştur.” şeklinde bir ilahi tespit söz konusudur. Buradan çıkarılacak sonuç, Allah’ın yok etme veya cezalandırma gücüne sahip olduğu inancıdır.

Aksi takdirde, bugün yaşanılan bir felaketin falanca olay nedeniyle Allah’ın cezası olduğu tespitinde bulunmak, Allah’a ait olan bu belirleme yetkisini üstlenmek anlamı taşır. Dolayısıyla, Allah’ın geçmişte hataları yüzünden kavimleri helak ettiğine inanmak ile bugün meydana gelen bir felaketin o tür bir felaket olduğunu belirlemek başka şeylerdir. Biz insanlar, böyle bir ilahi belirleyicilik rolünü üstlenemeyiz. Allah’ın kullarına verdiği böyle bir yetki yoktur. Bu yetkiye talip olunarak yapılan yorumlar aslında ya psikososyal, ya da yanlış dinî motivasyonların yansımasıdır...