Makale

İMANINI ELBİSE KILMIŞ BİR YİĞİT: ABDULLAH ZÜLBİCÂDEYN (R.A.)

İMANINI ELBİSE KILMIŞ BİR YİĞİT:
ABDULLAH ZÜLBİCÂDEYN (R.A.)
Dr. Öğretim Üyesi Yaşar Akaslan
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Mekke’de, küçük yaşta babasını kaybeden fakir bir genç vardı. Zengin olan amcası, himayesinde yetiştirdiği yeğenine standardı yüksek bir hayat imkânı sunmuştu. Tüm ihtiyaçları amcası tarafından karşılanan, koyunları ve develeri, hatta kölesi dahi bulunan bu gencin böylesi rahat yaşantısı, Resulüllah’ın Medine’ye göç etmesiyle birlikte değişti. İlk zamanlar, kalbinin ısınması neticesinde İslam’ı araştırdı ve bu dine girmeye karar verdi. Ancak saygı ve minnet duyduğu amcasından çekindiğinden, İslam’a olan sempatisini ve iç dünyasını çepeçevre saran duygularını hep gizledi. Her geçen gün, taşkın bir sel gibi büyüyen ruhundaki bu engellenemez ulvi hisler, Müslümanların Mekke’yi fethetmesiyle artık gizlenemez bir hâl aldı. Yıllar böylece akıp gitti. Amcasının, Mekke’nin fethinden sonra dahi İslam’a yakınlaşmaması, artık ipleri kopma derecesine getirmişti. Vakti gelmişti artık. Cesaretini toplayıp amcasına açılmaya karar verdi ve şöyle dedi: “Amcacığım! Biliyorum, üzerimde emeğin çok. Hakkını ödeyemem. Uzun süredir seni bekledim. Birlikte Müslüman olalım istedim. Ancak gördüğüm kadarıyla senin İslâm’a girmeye pek niyetin yok. Eğer sen Müslüman olmayacaksan bana müsaade et. Bari ben gidip Müslüman olayım.” (Ebû Abdillah Muhammed Vâkıdî, el-Meğâzî, 3/1013) Onun bu teklifine amcası, azgın her müşrik gibi hiddetlenerek karşı çıktı. Öyle ki öfkeyle “Eğer bu kararından vazgeçmezsen, elbiselerin dâhil olmak üzere sana verdiğim her şeyi geri alırım!” diyerek tepki gösterdi. Amcasının acımasız tavrına ve tehdidine aldırış etmeyen bu vakur gencin “Ne yaparsan yap! Bundan sonra taşlara tapmayacağım. Putları terk edip Allah’ın (c.c.) Peygamberine uyacağım. Beni, sunduğun imkânlarla susturacağını ve durduracağını sanıyorsan yanılıyorsun. Bu konuda ölmekten dahi korkmuyorum. Al işte! Verdiklerinin hepsi burada!” demesi üzerine zalim amcası, üzerindeki elbiselere varıncaya kadar elinde ne var ne yok her şeyini geri aldı. Elbisesiz kalan gencin annesi, bir kumaşı/çulu veya kilimi ikiye bölüp birini oğlunun beline, diğerini onun sırtına sardı. Elbisesiz genç, bir an önce Medine’ye varıp Hz. Peygamber’e kavuşmak istiyordu. Eskiden kendisine değer veren, Müslüman olduktan sonra ise zalim amcasının peşinde olduğunu ve yakasını bırakmayacağını da biliyordu. Orada fazla durmadı ve o gece gizlice Medine’nin yollarına düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra; eli ayağı yara bere içinde, açlık ve susuzluktan dermanı tükenmiş, perişan bir hâlde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı doruktaydı. Şehre yaklaştığında henüz gece idi. Bir an, elbise niyetiyle giydiği üzerindeki bu kaba çullarla Resulüllah’ın huzuruna utancından çıkamayacağını düşündüyse de soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Sabah namazına kadar mescitte uyudu. Namaz için safları düzeltmek üzere saflar arasında dolaşan Resulüllah, boncuk boncuk terleyen bu heyecanlı genci görüp kendisine kim olduğunu sordu. “Abduluzzâ” olarak kendini tanıtan elbisesiz gence Hz. Peygamber: “Hayır! Sen, Abdullah Zülbicâdeyn’sin. Yakınımda dur! Sık sık yanıma gelip git olur mu?” buyurdu. (Ebü’l-Hasen İzzüddîn b. Esîr, Üsdü’l-ğâbe fî ma‘rifeti’s-sahâbe, 3/228.) Bundan böyle o, Resulüllah’ın kendisine “iki elbise/kilim sahibi” anlamına gelen “Zülbicâdeyn” ismini vermesiyle, sahabe arasında bu lakap ile anılır oldu.

Abdullah, başından geçenleri Resulüllah’a tek tek anlattı. Onun gösterdiği cesaret ve fedakârlık, merhamet peygamberini oldukça duygulandırdı. Abdullah’ı şefkat ve muhabbetle bağrına basarak ona iltifatta bulundu. “Hoş geldin, Ey Zülbicâdeyn!” dedikten sonra, kimsesizliğini belki de yetimliğini hissettirmemek için Abdullah’tan yanından ayrılmamasını istedi. Yetimliği ondan daha iyi kim bilebilirdi ki? Ashabına da “Bu kardeşinizi giydirin! Allah size rahmet etsin.” buyurdu.

Müzeyne kabilesine mensup olan Abdullah Zülbicâdeyn’in asıl adı Abdüluzzâ b. Abdinühm b. Afîf b. Süheym’di. Adını, Resulüllah’ın değiştirmesiyle yepyeni bir hayata “merhaba” dedi. Resulüllah’ın “Yakınımda dur!” talimatı üzerine Suffe’ye yerleşen Abdullah, burada kendini geliştirdi. Ashab-ı Suffe’nin tüm sakinleri gibi gece gündüz ilim ve zikirle meşguldü. Öğretmeni, Resulüllah başta olmak üzere ileri gelen sahabiler idi. Her fırsatta onlardan dinini ve Kur’an’ı öğrendi. Zamanın kıymetini bildiğinden, vaktini kapısından ayrılmadığı Hz. Peygamber’e hizmete ve dinini öğrenmeye adadı. Artık, çok geç kaldığını düşündüğü ve özlediği hayatı yaşamaya başlamıştı. Gür sesiyle, öğrendiği Kur’an’ı yüksek perdeden okur; tekbirini yine yüksek sesle getirir ve sesi mescidin dışından duyulurdu. Bu durum, etrafındakileri rahatsız etmiş olmalı ki Kur’an okurken ya da dua ederken sesini yükseltmesini riya olarak değerlendirenler dahi olmuştu. Bir defasında Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in yanındayken: “Ya Resulallah! -Abdullah Zülbicâdeyn’i işaret ederek- Şu bedeviyi duymuyor musun? Yüksek sesle Kur’an okuyarak insanların Kur’an okumasına engel oluyor.” dedi. Resulüllah ise onun riyakâr değil, bağrı yanık ve gözü yaşlı biri olduğunu ifade edip: “Ey Ömer! Onu kendi hâline bırak! O; Allah ve Peygamberine hicret etti. Allah’a dua eden bağrı yanıklardandır -evvâhlardandır- (Allah için inleyen, ağlayan, gözyaşı döken).” buyurdu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, 3/1O13; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe fî ma‘rifeti’s-sahâbe, 3/228.)

Abdullah, şehit olmayı arzular, duyduğu bu özlemin gerçekleşmesi için dua eder ve etrafından da dua isterdi. Yine bir defasında, İslam ordusunun Tebük Seferi’ne (9/630) hazırlandığı sırada kendisine şehadet mertebesinin nasip olması için “Ya Resulallah! Şehadetim için dua eder misiniz?” diyerek Hz. Peygamber’den ısrarla Allah’a (c.c.) dua etmesini istedi. Abdullah’ın dua talebi hususundaki kararlılığını gören Resulüllah sonunda suskunluğunu bozup: “Allah’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek dua etti. Abdullah bunu duyunca boynunu bükerek kısık bir sesle: “Ya Resulüllah! Ben bunu kastetmemiştim!” diyerek şehadet arzusunu yineledi. Resulüllah ise tebessümle: “Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummaya tutularak ölürsen, şehitsin! Bineğin seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehitsin! Üzülme! Gam çekme! Bunlardan hangisi gerçekleşirse, şehitlik için sana yeter! Hangisinin gerçekleşeceğini bilemezsin.” buyurdu.

Öyle de oldu. İslam ordusu, Tebük’ten dönüş hazırlıklarını yaptığı esnada, Abdullah Zülbicâdeyn humma hastalığına yakalanıp bir gece ansızın vefat etti. Cenaze namazının, vefat ettiği gece Hz. Peygamber tarafından kıldırılmasının ardından, yakılan bir ateşin hüzünlü ışığında, Bilâl-i Habeşî’nin tuttuğu meşale eşliğinde Abdullah’ın naaşı defnedildi. Onun cenaze işlemlerini; Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer birlikte gerçekleştirdiler. Ashab-ı kirama, Abdullah’ın kabrini geniş tutmalarını ve naaşını nazikçe taşımalarını emreden Resulüllah, bizzat onun kabrine inerek: “Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.” buyurmak suretiyle mübarek elleriyle Abdullah’ın cenazesini kucağına aldı ve ebedî istirahatgâhına yerleştirdi. Definden sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) kıbleye yönelip ellerini kaldırarak dua etti, onun Allah’ı ve Peygamberini seven, bağrı yanık, gözü yaşlı ve Kur’an sevdalısı biri olduğunu söyleyip şunları ilave etti: “Allah’ım! Ben, Abdullah’tan razı olarak geceye ulaştım. Sen de ondan razı ol.” (Ebu’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat, nşr. Tarık Ivazullah, Abdülmuhsin Hüseynî, Kahire: Dâru’l-Harameyn, 1995, 9, 52) Hz. Peygamber, yanından ayırmadığı yetim Abdullah’ı son yolculuğunda dahi kimsesiz bırakmamıştı. Bu hadiseyi imrenerek izleyip nakleden İbn Mes‘ûd, Abdullah’ın kabre Resulüllah tarafından konulup methedilmesine istinaden şu ifadelerde bulunur: “Abdullah’tan, on beş sene önce Müslüman olmuştum. Allah’a yemin ederim ki onun yerinde olmayı ne çok arzu ederdim.” (Vâkıdî, el-Meğâzî, 3/1014.) Hz. Peygamber’in, Abdullah Zülbicâdeyn’in vefatına oldukça hüzünlendiğini gören ashab-ı kiramın: “Ya Resulallah Abdullah’ın vefatına ne çok üzüldünüz!” hitabına Resulüllah: “Elbette! Çünkü o, Allah ve Resulünü çok seviyordu.” ifadesiyle karşılık vermiştir. Bu, Mekke’den her şeyini terk edip tüm zorlukları göze alarak takati kesilmiş, her yeri yara bere içindeki hâliyle Resulüllah’a geldiği gün, kimsesiz ve yetim bulduğu Abdullah’ını kaybetmenin hüznüydü. Abdülaziz b. İmran’dan nakledildiğine göre Hz. Peygamber, beş kişinin dışında hiç kimsenin kabrine girmemiştir. Bunlardan biri de Abdullah Zülbicâdeyn’dir. (Hâlid Abdurrahman‘Akk, Uzamâ havle’r-rasûl, Beyrut: Dâru’n-Nefâis, 1991, 2/1188)

Hayatı hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmayan ve 9/630 yılında bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından dualarla uğurlanan Abdullah Zülbicâdeyn, iki kilim parçasını kendine elbise yaparak tavizsiz bir iman duruşu sergileyerek bayraklaşmıştır. Bu vakur şahsiyet, hakkında bilebildiğimiz birkaç anekdotla bize şu ayeti haykırmaktadır. “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23) Allah (c.c.), cennette bizi Abdullah Zülbicâdeyn’e komşu kılsın. Âmin.