Makale

İLETİŞİMSEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

İLETİŞİMSEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

Mustafa ÇUHADAR

DİB Radyo ve Televizyon Daire Başkanı

“İklim değişikliği” denilince zihnimizde kimi görüntüler canlanıyor: Eriyen buz dağları, kasırgalarla yerle bir olmuş şehirler, tsunami felaketleri, sıcaklık ve kuraklığı artan bölgeler, hızla çölleşen topraklar… İçinde yaşadığımız, havasını soluduğumuz dünya için ne kadar olumsuz bir tablo değil mi? Peki, ana haber bültenlerinde izlediğimiz dünyanın başka başka yerlerinde ortaya çıkan bu tablo bize çok mu uzak? Elbette, hayır! Söz gelimi biz kış mevsiminde kar yağmasını beklerken, baharın işareti olan tomurcuklar ağaçları süslüyor. Öyle değil mi? Eskiden kenarında piknik yaptığımız ırmaklar, çaylar, derelerin sesini artık işitemiyoruz. Küresel ısınma, yalnızca uzak diyarların değil, Türkiye’nin de su kaynaklarını etkiliyor. Yani, haberlerde izlediğimiz görüntüler, bize hiç de uzak yerler değil. Buna bağlı olarak küresel iklim değişikliğinin etkilerini en aza indirebilmek amacıyla çeşitli politikalar geliştiriliyor ve uygulanıyor. Ancak bu politikaların bireylerin gündelik hayatına kadar sirayet etmesi gerekiyor. Çünkü iklim değişikliğinin etkisi yalnızca yaşadığımız şehrin veya ülkenin çevre ve hava koşullarıyla sınırlı kalmıyor. İklim değişikliği, dünyanın her bir noktasını etkileme potansiyeline sahip, global ölçekte tesirleri bulunan olgudur. Tıpkı iletişim gibi.

“İnsanlık, kendi iletişim alanını, iletişim araçlarıyla genişletmiştir.” (D. Crowley - P. Heyer, İletişim Tarihi, Ankara: 2014, Siyasal Kitabevi.) Günümüzde, bilhassa internetin kullanımı, geçmişte tahayyül edilmeyen iletişim pratiklerini ortaya çıkarmıştır. Ulaklar veya güvercinlerle iletişim kurulan tarihî kesiti düşünecek olursak, zaman ve mekâna bağlı kalmaksızın iletişim kurmak bir hayaldi. Oysa bu, hayatımızın doğal akışı içerisinde sıradan bir iletişim pratiği hâline geldi. Dolayısıyla zaman ve mekânın baskın olduğu bir evreden, bunların “hafiflediği” bir döneme geçmiş bulunuyoruz. Hâliyle bu iki dönem arasında duyusal, düşünsel, zihinsel, kültürel farklılıkların olması yani farklı iletişimsel iklimlerin oluşması doğal ve kaçınılmazdır.

Elbette günümüze kadar iletişim ikliminin doğasını tayin eden nirengi noktaları bulunuyordu. Matbaa, telgraf, telefon, sinema, radyo, televizyon gibi aygıtların her biri, farklı veçheleriyle iletişim iklimini dönüştürmüştü. Matbaa, hem bireysel hem de uluslararası yapısal değişimleri peşinden sürükledi. Matbaa sayesinde kitlesel kitap üretimi, okuma eylemini bireyselleştirirken ulusal dillerde neşredilen eserler ulusçuluk akımının doğmasında etken oldu. Telgraf, merkez ile taşra arasındaki iletişimi, ulaklardan daha kısa zamanda ve kolaylıkla sağladı; tabii olarak merkezî otoritenin önemli bir aygıtı kabul edildi. Radyo, sözlü kültürün aktarıcısı konumundaydı ancak özellikle II. Dünya Savaşı’nda radyonun propaganda gücü keşfedilince iletişim araştırmalarına bile istikamet verecek bir araç olarak nam saldı. Görsel ve işitsel birlikteliğin gücünden istifade eden sinema ve televizyon, günümüzde küreselleşme ve kapitalizmin temel sacayaklarından biri hâline geldi. İletişim devrimi olarak tanımlanan internet ve dijital iletişim teknolojileriyse tüm bu bileşenleri bir arada bulunduruyor. Dolayısıyla her bir iletişim aracı, iletişimin hudutlarını genişlettiği gibi iletişim iklimine de yol gösteriyor.

Biz, bu medyalarla sarmalanmış iletişimsel iklimde soluk alıp veriyoruz. Bu iklim, doğal değil; yapay, üretilmiş bir iklim. Daha açık ifade etmek gerekirse, katıksız, saf ve berrak olmayan; teknolojik altyapının, ideolojik perspektiflerin, profesyonel mesleki tercihlerin, ticari parametrelerin ve bunun gibi pek çok belirleyici unsurun nihayetinde üretilen bir iklim.

Bizim birey olarak bu bütünleşik yapının her safhasına müdahale etme ihtimalimiz bulunmuyor. Bu iklimde bize, sanki iki tercih sunuluyor: “Ya bu iklimde yaşayacaksınız ya da yaşamayacaksınız.” Gelin bize kaç tercih verildiğini birlikte sınayalım: Uyku dışında, kaç saat internet kullanmıyoruz? Bir konuda bilgiye ihtiyacımız olduğunda, hangi kaynağa başvuruyoruz? Biraz daha özelleştirelim mi? Dinî bir meselede aklımıza takılan soru için bir âlime mi, yoksa “arama motorlarına” mı başvuruyoruz? Sadece bilgi edinme yöntemlerimiz bile iletişimsel iklimi gün yüzüne çıkarıyor aslında. Ama yine de sorgulamamıza devam edelim: Günde kaç saatimizi ekranla baş başa; kaç saatimizi ailemizle baş başa geçiriyoruz? Bizimle doğrudan ilgisi olmayan konular, söz gelimi Twitter’daki hashtagler, sohbetlerimizin parçası oluyor mu? Bu ve bunun gibi ardı arkası kesilmez soruların cevabı hepimiz için açık ve net. Dolayısıyla yaşadığımız iletişimsel iklim, bize iki seçenekten birini tercih etmeyi teklif etmiyor. Tek seçeneğimiz var: Bu iklimde üretilen havayı solumak.

Hava kirliliği nasıl ki kan dolaşımını, akciğerleri, kalbi ve beyni olumsuz etkiliyorsa, iletişimsel iklimdeki kirli hava da bilişsel, zihinsel ve duyusal etkinliklerimizi tahrip ediyor. Dolayısıyla önce bu kirli havayı teneffüs etmekten kurtulmak, sonra da iletişimsel iklimin dengesini sağlamak gerekiyor. Bunun için de İslam’ın temel kaynaklarındaki ahlaki modellerin merkeze alınması; en başta da “dokunulmaz değerler” (Dinî ve Ahlaki Boyutlarıyla Teknoloji Bağımlılığı, H. Martı, Diyanet İlmî Dergi, 2018, 54/3, 107-120.) açısından iletişimsel iklimi dönüştürmemiz icap ediyor.