Makale

İSLAM’IN BATI’DAKİ SESİ: MALCOLM X

İSLAM’IN BATI’DAKİ SESİ: MALCOLM X

Koray ŞERBETÇİ

1492 senesinde İtalyan kaptan Kristof Kolomb’un önderliğindeki Pinta, Nina ve St. Maria isimli üç gemi sakince Amerika kıtasına ulaştı. Aynı sırada bu gemilerden binlerce kilometre uzaklıkta, Afrika’da sakince bir yaşam süren milyonlarca insan, kendileri için yüzyıllarca sürecek acı ve gözyaşı ikliminin başladığından habersizdi.

Üç geminin açtığı yoldan yüzlerce gemi yeni kıtaya doğru yola çıktı. Avrupalılar yeni diyara sökün etmeye başladıklarında, sonradan Amerika adını verecekleri bu topraklarda Kızılderililer yaşamaktaydı. Fakat Avrupa’dan gelen beyazların bu toprakları, yüzyıllardır burada yaşayan yerlilerle paylaşma niyetleri yoktu. Öyle de oldu. Avrupalıların, hakkı kuvvette gören anlayışı sonucu dört asrı kapsayan zaman dilimi içerisinde yaklaşık 70 milyon Kızılderili katledildi.

Avrupa’nın doymayan nefsi Kızılderilileri yok etmekle kalmadı. Yeni kurdukları çiftliklere ucuz iş gücü sağlamak için Afrika’ya insan avcıları hücum etmeye başladı. Sakince yaşayan siyah insanlar zorla topraklarından koparıldı, zincire vurulup gemilere dolduruldu ve yeni kıtadaki beyaz efendilerine hizmet etmek için köle olarak isimlendirilip Amerika kıtasına doğru yola çıkarıldı.

Daha sonra “özgürlükler ülkesi” olarak anılacak ABD’de garip bir biçimde buraya zorla getirilen Afrikalılar XIX. yüzyıla dek ilk üç yüzyıllarını köle olarak geçirdiler.

Garipti çünkü. Söylemle eylem birbirini tutmuyordu bu topraklarda. Örneğin 1776 senesinde yine bu topraklarda İngiliz kralı III. George’a başkaldıran koloni önderleri bir bildirgeyle tüm insanların eşit olduğunu dünya âleme duyurmuştu. Bu bildirgenin önde gelen yazarı ise Thomas Jefferson’du. Kendisi kültürlü, demokrasiye inanan bir insandı. Ama gelin görün ki tipik Amerikalı olarak kendi yazdığı bildirgedeki insanların eşitliği ilkesini çiftliğindeki 150 siyahi kölesine uygulamadı. Uygulamadığı gibi bunu ahlaki bir sıkıntı olarak da görmemişti.

Zor bir hayata başlamak

Malcolm Little işte böyle bir sosyal ortamda, 19 Mayıs 1925’te Nebraska’da gözlerini dünyaya açtı. Hristiyanlığın Baptist Mezhebine bağlı, Reverend Earl Little adlı bir rahibinin oğluydu. Babası, Amerika’da siyahlara karşı uygulanan ağır ırkçılığa tepkili bir din adamıydı. Bu topraklardaki siyahların Afrika’ya geri dönmediği sürece asla özgürlüklerine kavuşamayacaklarına inanıyordu.

Malcolm’un omuzlarında ayrımcılığın ağır baskısı yanı sıra bir de siyahların hakları için mücadele eden bir ailede doğmanın zorluğu da yüklenmişti.

Zorluklar kendini göstermekte gecikmedi. Malcolm henüz dört yaşındayken Ku Klux Klan adlı siyah karşıtı, ırkçı bir terör örgütü evlerini ateşe verdi. Aile fertleri can kaybı yaşamadan yanan evden kendilerini dışarı atmayı başardı. Felaket, can kaybı yaşanmadan atlatıldı ama bu olay Malcolm’un belleğinden hiç çıkmayacaktı.

Ama asıl darbe 1931 senesinde geldi. Babasının faili meçhul ama siyah nefreti sonucu olduğu malum bir cinayete kurban gitmesi, onun zor olan hayatını daha da zorlaştırdı. Malcolm, yedi kardeşiyle birlikte başka ailelerin yanına evlatlık verildi. Ruh sağlığını yitiren annesi de akıl hastanesine yatırıldı.

Beyaz nefreti filizleniyor

Zor şartlar Malcolm’un öğrenim hayatını da olumsuz etkiledi. Amerikan toplumda siyahlara karşı uygulanan ayrımcı düşüncenin ağır darbelerini alan Malcolm, başarılı bir eğitim süreci geçirse de beyazların dünyasında kariyer yapabilmenin imkânsızlığına inanmaya başladı. Zira bu acımasız ortamda kendisine bir siyah olarak tanınan en iyi hakkın; garson, otobüs biletçisi veya ayakkabı boyacısı olmaktan öteye geçemeyeceğini, çok şanlıysa belki en fazla postacı olabileceğini biliyordu. Aslında bu düşüncesini kesinleştirmesine en sevdiği öğretmeni ile yaşadığı bir diyaloğun duygusal yıkımı yol açmıştı.

Bir gün öğretmeni ona, kendisi için hangi mesleği düşündüğünü sormuştu. Malcolm heyecanla avukat olmak istediğini söylemişti. Bu cevap üzerine şaşıran öğretmeni, bir siyah olduğunu aklından çıkarmaması ve gerçekçi olması ikazını yaptıktan sonra marangoz olmasını tavsiye etmişti. Bu olayı yıllar sonra şöyle dile getirmişti kendisi: “Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim ama onun ‘sizin yerinize’ düşünebileceği gelecek bütün beyazların siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi.” Bu düşünce doğrultusunda liseye devam etmemeye karar verdi.

Bu çaresiz ve öfkeli düşüncelerle Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına giden Malcolm, yaşama tutunmak için elinden gelen her işi yaptı. Böylece hayatı daha yakından tanıdı ve fikirlerinde daha da keskinleşti. Ama asıl kırılma New York’a gidip siyahların yoğun olarak yaşadığı Harlem’i tanıyınca oldu.

Harlem’de çalışmaya başladıktan sonra hızla kirli bir hayatın içine yuvarlandı. Böyle bir atmosferin doğal sonucu olarak karıştığı bir suç nedeniyle 1946’da hapse mahkûm oldu. Ama hapis günleri ona yaşamını değiştirecek yepyeni bir yol sunacaktı.

Nation of Islam ile tanışma

Malcolm, bir rahibin oğluydu dolayısıyla Hristiyanlıktan başka din tanımıyordu. Fakat o dönem Amerika’da siyahların beyaz kiliselerine girmesinin yasak olduğu düşünüldüğünde, Hristiyanlığı da beyaz adamın dini olarak görmesi sebebiyle bu dinden nefret ediyordu. İşte tam bu ruh hâlindeyken, hapiste Elijah Muhammed adlı birinin liderlik ettiği Nation of Islam yani İslam Milleti adlı topluluğa mensup kişilerle tanıştı. Bu topluluğun lideri Elijah Muhammed, siyah milliyetçiliğini savunuyor ve hatta Tanrı’nın da zenci olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu.

Beyazlara öfkesi had safhada olan Malcolm için siyahlara özgü bu din çok cazip geldi. Bu nedenle 1949 yılında, Elijah Muhammed’in öğretisini kabul ederek Müslüman oldu ve 1952 yılında tahliye edilene dek hapishanedeki günlerini yoğun bir okuma programı içinde geçirdi. Tam altı yıl süren hapishane hayatından sonra Malcolm için artık bambaşka bir hayat başlıyordu.

Gözü kara bir hatip

Pek çok öfkeli siyah gibi Malcolm da siyahları amaçsız yığınlar halindeki başıboş bir kitle olmaktan kurtarıp kendine güvenen inançlı bir kitle hâline getiren bu topluluğa ilgi gösterdi. ABD’de sahih bir İslam inancının pek tanınmadığı o yıllarda, itikadi anlamda Kur’an ve sünnet çizgisinde olmayan bu yapının siyahlar için sosyal bakımdan bir boşluğu doldurduğu da gerçekti.

Malcolm, âdeta kendini Nation of Islam topluluğuna adadı. Enerjik ve teşkilatçı genç hatip, hemen lider Elijah Muhammed’in dikkatini çekti ve Harlem’de görevlendirdi. Malcolm, siyah davasının isimsiz bir hizmetkârı olduğuna işaretle bundan sonra Malcolm X adını kullanmaya başladı. Öyle ki artık kendisi topluluğun lideri Elijah Muhammed’in konuşan ağzı olarak biliniyordu.

Gerçek İslam’a kavuşma

Malcolm X, 1964’te Nation of Islam hareketinden ayrıldı, hacca gitmek amacıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı. Ama gördüklerine inanamadı. Çünkü onun 1949’da hapishanede tanıdığı topluluğun İslam’ı ile Mekke’de gördüğü İslam bambaşka şeylerdi. Burada dünyanın dört bir yanından gelmiş, rengi ve ırkı farklı Müslümanların Allah huzurunda tam bir eşitlik ve kardeşlik içinde bulunduklarına şahit olduğunda âdeta çarpıldı. Bu durum irkilip uyanmasına sebep oldu ve böylece sahih İslam anlayışına ulaştı.

Malcolm X, ABD’de soluduğu zehirli ırkçılık ikliminden sonra ilk kez mukaddes topraklarda İslamiyet inancına dayalı eşitlikçi sosyal ortamı teneffüs etti. Gördüklerinin ona yaşattığı duyguyu şöyle dile getirmişti:

“İslam dünyasına geldim geleli on bir gün oluyor; o gün bu gündür de gözleri maviler mavisi ve saçları sarılar sarısı ve tenleri beyazlar beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı yaratıcıya inandığımız için aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaktan içmekteyiz, aynı yataklarda (ya da aynı halılarda) uyumaktayız. Ve yine, ‘beyaz’ Müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan, Gana’dan gelen Afrikalı siyah Müslümanların gösterdikleri samimiyetin aynısını bulmaktayım.

Hepimiz de gerçekten ‘kardeş’ gibiyiz, çünkü bu insanların aynı ilaha yönelen inançları; kafalarındaki tüm ‘beyaz’ imajları, davranışlarındaki tüm ‘beyaz’ imajları, ruhlarındaki tüm ‘beyaz’ imajları silip atmıştır.”

Evet, Malcolm X tüm yaşamı boyunca maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılık zehrinin panzehrini bulmanın coşkusunu yaşıyordu, yani İslamiyet’i!

Mazlumların davasını

savunmak

Malcolm hayatının bu döneminde artık el-Hac Mâlik eş-Şahbâz adını kullanmaya başladı. Irkçılık zehrine karşı Hz. Peygamberin Veda Hutbesinde yankılanan sesini yani: “Beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir.” ABD toplumuna anlatmak için aynı coşkuyla ülkesine döndü. Hemen faaliyete başlayarak siyah beyaz kardeşliğini esas alan bir toplum meydana getirmeyi amaçladı ve bu amaçla Muslim Mosque (Müslüman Camii) ve Organization of Afro-American Unity (Afroamerikalılar Birliği Organizasyonu) adlı teşkilâtları kurdu.

Malcolm X yani Malik Şahbaz, büsbütün başka birisi olmuştu. Artık davası öfke ve nefret değil birlik ve selamet içeriyordu. Irkçı fikirlerinden tamamen sıyrılmış bir Müslüman olarak beyazlarla iş birliğine açık birisi olmuştu. Her haktan mahrum edilen siyahların muhtaç olduğu eşitlik ve özgürlüğün, Amerika’nın iç meselesi ve bir ırk sorunu değil bütün dünyayı ilgilendirir biçimde bir “insan hakları” meselesi olduğunu düşünüyordu. Kafasındaki bu yeni yaklaşımı hayata geçirmek için Orta Doğu’ya, Afrika’ya ve Avrupa’ya seyahatler gerçekleştirdi. Seyahatlerinde kendisine ilgi çok yüksek oldu. Bilhassa Afrika’da ve Müslüman ülkelerde. Seyahatleri de ister istemez uzuyordu. Bu durumu şöyle dile getirmişti: “Gittiğim her yerde biraz daha kalmam için ısrar ettiler. Bu yüzden her ülkede, planladığımdan fazla kalmak zorunda kaldım. Müslüman dünyada, Amerikalı bir Müslüman olduğumu öğrenince, hemen seviyorlardı beni.”

Nefret sarmalı ve şehadet

Her şey yolunda gidiyor gibiydi fakat Malik Şahbaz iki kesimin nefretini üzerine çekiyordu. Beyaz ırkçılar ve siyah ırkçılar. FBI tarafından yakın takipte tutulan ve toplum düşmanı sayılan Malik Şahbaz aynı zamanda yanından ayrıldığı Elijah Muhammed ve topluluğu tarafından da hain ilan edilmişti.

Artık Malik Şahbaz’a ölüm tehditleri yağmaya başlamıştı. Canına kasteden bazı başarısız girişimler olmuştu fakat birisi çok ciddiydi. Ailesinin de içinde olduğu evine ateş bombaları atıldı ve soğuk bir şubat gecesi eşi ve çocukları ile birlikte yanmakta olan evden çıkmayı son anda başardı. Tıpkı dört yaşında yaşadığı olay gibi.

Bu olaydan henüz bir hafta geçmişti ki 21 Şubat 1965 pazar günü öğleden sonra, bir konuşma yapmak üzere çıktığı kürsüde, “Es Selamü Aleyküm” diyerek başladığı sözlerine yüzlerce dinleyiciden “ve Aleyküm Selam” karşılığı aldıktan hemen sonra tüm ömrünü haklarını savunmak için harcadığı üç siyah tenli suikastçı tarafından açılan ateş sonucu şehit edildi.