Makale

İNSAN DENEN VARLIK

İNSAN DENEN VARLIK

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Kafama takıldı hocam, “İnsan insan...” diyoruz da nedir bu insan? Birilerinin dediği gibi karmaşık bilinmez bir meçhul mu, yoksa bedensel arzularının esiri basit bir varlık mı?

Uçlarda dolaşmayı seviyoruz, her nedense? Baksanıza, özçekim yapacağım diye kayalık üstüne çıkıp canından olanlara, uçurum kenarından yere çakılanlara, yanardağı merak edip bakayım derken düşüp yananlara…

Hocam insanı sordum siz bizi uçurumun kenarına getirdiniz.

Uçlarda dolaşmak, uçurumun kenarında gezinmektir. Neymiş? Heyecan! Sevsinler sizi. Canınız bu kadar mı kıymetsiz? Her şeyin normali güzel. Uçlar ve uçurumlar, tehlikeli.

Hocam! İnsana gelsek…

İnsanı anlatıyoruz da! Sen, “soruma gel” demek istiyorsun. Sorundaki sorun, uçlar. Yani insanın ya tam karmaşık ya da çok basit olduğu düşüncesi. İkisi de uç. İnsanın tamamen biliniyor olduğu veya bilinebileceği iddiası ne kadar abartılı ise tamamen meçhul olduğu söylemi de o kadar abartılı. Çünkü insanın bilinen yanlarının yanında bilinmeyen yanları bulunmakta. Bunun nedeni insanın sınırları. Sınırlarının berisi bilinir, ötesi bilinemez. Bunlar, aynı zamanda bizim bilgi ve bilme sınırlarımız. Ancak bilgi, görgü ve tecrübelerimizin artması oranında bu sınırlarda bir esneme olduğu da bir gerçek. Bu esneme nereye kadar ulaşır, onu bu günden kestirmek zor. Çünkü o kadar yoğun çalışma ve araştırmaya rağmen gelinen nokta ortada. İnsanın psikolojik yönü bir tarafa biyolojik yönünü bile tam keşfedilmiş değil. Nitekim birçok hastalığın tanısının konmasında bile sıkıntılar bulunmakta. Bu sıkıntılar, tabiplerin bilgi ve beceri eksikliğinden değil, insanın karmaşık ve kapalı taraflarının oldukça fazla olmasından.

Bu durumda insanı meçhul kabul edenler haklı mı?

O kadar da değil! Bu gün tıp ve psikolojideki gelişmelere bakıldığında insanı tanımada azımsanamayacak bir yol kat edildi. Bunları görmemek verilen emekleri inkâr olur. Demek istediğimiz, insanı tanıma noktasında epey bir yol alınmasına rağmen hala kapalı noktaların bulunduğu.

Gelinen noktada İslam insanı nasıl tanımlıyor? İnsanı yaratan Yüce Allah insanın her yönünü bildiğine göre, neden Kur’an’da onu bize tam olarak tanıtmadı?

Tabi ki, insanı yaratan Allah, onu en ince detayına kadar bilir. Bunun böyle olmasının nedeni Allah’ın bilgisi için sınır ve sınırlayıcı olmamasıdır. Bizim durumumuz tam tersi. Yani bizim için başta zaman ve mekân olmak üzere birçok sınır ve sınırlayıcı var. Bu yüzden duyularımızı, duygularımızı ve aklımızı çevreleyen sınırları aşıp olgu ve olayları bütün yönleriyle bilmemiz imkânsız. Bu sınırlar, kendimizi bilme hususunda da geçerli. Tecrübelerimiz bize bunu göstermekte. Bilimsel çalışmaların geldiği nokta da aşağı yukarı belli. Öte yandan bir olgu ve olayın mahiyeti ve hakikati tam olarak bize gösterilse bile, bu sınırlı halimizle acaba onu ne kadar kavrayabiliriz? Çünkü hakikati kavrama noktasında da anılan sınırlar engel. Yüce Allah Kur’an’ı bize gönderdi, anlayalım diye. 1400 yıldır yapılan onca açıklamaya rağmen onu tam olarak anlayabildik mi? Allah’ın bize hakikati bildirdiğinde hiç şüphe yok. Ancak onu bizim kavramamız hususunda bazı açık noktaların olduğu kesin. Bu açık noktalar başta zaman ve mekân olmak üzere bizi kuşatan sınırlardan kaynaklanmakta. Öyleyse her şeyi bilme iddiasında olan insanın önce bu yönünü tanıması gerekir. Aksi takdirde boşa kürek sallamış veya yel değirmenlerine savaş açmış oluruz. Eskiler ne demiş: “Kendini bilen Rabbini bilir.”

Demek ki insanın bildiğimiz kadar bilemediğimiz tarafları var.

Yüce Allah insanı yaratmış, zaman ve mekân zemininde aşama aşama öğrenme kabiliyetiyle donatmış. Görgü ve tecrübelerimizin zaman içinde artması ve bilme sınırlarımızın genişlemesinin nedeni bu. “Her gün yeni bir gündür ve her sabah âdeta yeniden doğarız” sözleri aslında bu gerçeği dile getirir. Demek ki insan, zamanın akışına ve mekânın şartlarına göre bilgi elde eder. Kendisiyle ilgili bilgi edinmesi de bu şartların dışında değil.

Bu durumda genel hatlarıyla insanı tanımak istesek, ne diyebiliriz?

Kur’an’da, yaratılış maddesi ve süreci bakımından insan uzun uzun anlatılır. Burada verilen iki temel mesaj var: Birincisi evrenin bir parçası olarak insanın yaratılması, ikincisi ise, onun aynı evrenin şartlarına tabi olması. Bu şartlar hem biyolojik hem de psikolojik yönünü kapsar. Hiçbir yönü yaratma ve evrenin şartlarına tabi olmanın dışında değil. Evreni yaratan, şartları koyan da Allah. Öte yandan evrende her şeyin zıtlardan oluşması gibi, insanın kendisi de bir takım zıtlıklara sahip. Bu zıtlıklar dolayısıyla hem evrende hem de insanın kendi içinde çatışma ve kaynaşma halleri mevcut. Bunlardan bazıları dayanışmaya, diğer bazıları ise çatışmaya meyyal. Çatışma ve dayanışma hususunda denge kurulmasıyla ancak düzen sağlanır. Bu da belli kural ve yasaları gerektirir. Nitekim tabiattaki düzen ve denge adetullah denilen yasalarla sağlanır. Bu yasalar insanın kendi bünyesi için de geçerli. İnsan bedeninin sağlığı, organların dengesine ve ihtiyaçların yeterince karşılanmasına bağlı. Aynı şekilde insanın birbirine zıt gibi görünen biyolojik ve psikolojik yönünün dengesi de ancak ikisinin eşit ve denk tutulmasıyla sağlanır. Bunların ihmali, vücut dengesinin bozulmasıdır.

İslam düşünce tarihinde bu nasıl anlaşılmıştır?

İslam âlimleri, insanı beden ve ruh bütünlüğü içinde düşünmüşler. Bu doğrultuda insanı özel ve üst bir kategoriye yerleştirmişler. Onlar insanı “ben diye işaret edilen, beş duyu ile kavranabilen ve ruh ile desteklenmiş beden” şeklinde tarif etmişler. Buna göre insan ruh-beden bütünlüğü içinde bir varlık. Bu bütünlük korunduğu oranda insan, bozulduğunda değil. Bundan dolayı insan, hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında ruh-beden bütünlüğü içinde düşünülmüş. Nitekim Kur’an’da yeniden dirilişin, ruhların bedenlere iadesiyle gerçekleşeceği bildirilmiş. Bunun anlamı ahiret hayatı da, ruh-beden bütünlüğü içinde başlayıp devam edecek.

Ancak farklı düşünenler de vardır.

Tabi ki var. Özellikle felsefeciler ve Bâtıniler, insanı her ne kadar bu dünyada ruh-beden bütünlüğü içinde düşünseler de, ruhun göksel âlemden veya emir âleminden geldiği iddiasıyla bedene üstünlüğünden söz ederler. Bu da ruh lehine bir denge bozumudur. Bu doğrultuda onlar, öte dünya hayatının ruhanî bir hayat olacağı düşüncesindedirler. Hatta bazı Bâtıniler bu dünya hayatında da ruhun bedenden bağımsız hareket edeceğini, öldükten sonra ise gelip gidebileceğini ileri sürerler. Bu gün dahi bu düşüncede olup da ruh çağırma seansları düzenleyenler var. Hâlbuki Kur’an’da ölüm, bir “berzah” yani kesin bir engel olarak tanımlanmış. Bu yüzden ölen kişinin ruhunun gelip-gitmesi ve bedenden bağımsız hareket etmesi söz konusu değil.

Kabir hayatında durum nedir?

Kabir hayatı kendine özgü şartları bulunan özel bir hayat. Âlimlerimiz bunu, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında bir geçiş süreci olarak görmüşler. Kur’an’dan alınan tabirle buna berzah hayatı demişler. Dünya ile ahiret arasında her ikisine de gitmeyi engelleyen ara bir dönem. Kıyamet sonrası yeniden dirilişle birlikte bu hayat son bulacak, yeni bir hayat başlayacak.

Hocam, dünyayı konuşalım derken işi mezarda bitirdik.

Eee… Ölüm kesin bir gerçek. Ne diyebiliriz ki? Sözü şöyle bağlayalım: İnsan ruh-beden dengesini gözetir; zamanını, mekânını, imkânlarını ve şartlarını dikkate alırsa, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşar; öte âlemde de ebedî mutluluğa kavuşur.