Makale

ANLAMIN PEŞİNDE

ANLAMIN PEŞİNDE

Mehmet KAHRAMAN

Hikâyeyi biliyorsunuz. Zamanın birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı; bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş, başkalarına sormaya karar vermiş. Köy köy, kasaba kasaba dolaşmış, lakin aldığı cevapların hiçbiri onu tatmin etmemiş. Zaman öylece akıp gitmiş, tam umudunu kaybettiği sırada birisi karşıki dağları göstererek, orada yaşlı bir bilgenin yaşadığını ve onun bilebileceğini söylemiş. Uzatmayalım, adam bilgenin yanına gelince, ona hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge bunu hemen cevaplamayacağını söyleyerek eline bir kaşık vermiş ve kaşığı silme zeytinyağı ile doldurmuş. “Şimdi bahçeye çık, bir tur at ve tekrar buraya gel; yalnız dikkat et kaşıktaki yağ eksilmesin. Bir damla bile eksilirse kaybedersin.” demiş. Adam bahçeyi turlayıp geri geldiğinde Bilge ona bahçeyi nasıl bulduğunu sormuş. Adam, kaşıktaki yağa bakmaktan bahçeye bakamadığını söylemiş mahcubiyetle. “Öyleyse.” demiş Bilge, “Şimdi tekrar çık ve bahçeye dikkat et.” Adam söyleneni yapmış, bahçeyi gezmiş. Bahçe büyüleyici güzellikteymiş. Adam tekrar Bilge’nin huzuruna gelmiş. Bilge’ye gördüklerini keyifli bir şekilde anlatmış. Bilge kaşıktaki yağı sormuş. Adam etrafa bakarken kaşıktaki yağı unutmuş ve hepsi dökülmüş. Bilge şu cevabı vermiş ona: “Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Sadece bir noktayı görürsen hayatın akıp gider sen farkına varmazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin ortasında hayatı yaşarsın; akıp giden zaman anlam kazanır. Hayatın anlamı senin bakışında gizlidir. Hayatın anlamı kaşıktaki yağı unutmadan ona bakabilmektir.”

Çağımızın es geçtiği kavramlardan biri de “anlam”dır. Hızın, gösterişin, tüketimin ve hazzın olabildiğince körüklendiği bir zamanda anlam ne ifade eder? Artık yaşamak için sorulara ihtiyaç duymuyoruz. Bilim bize gereken bütün cevapları veriyor. “Görmek nasıl gerçekleşiyor? Sinir sistemi nasıl çalışıyor?” sorularından tutun da dünyaya ait ne varsa bilim her şeyi açıklıyor. Hayret edilecek, şaşırılacak hiçbir şey kalmıyor bize. İnsanın kendine bile ayıracak zamanının kalmadığı bir çağda, anlamdan bahsetmek abes gibi geliyor. Oysa şu bir gerçek ki hangi zamanı yaşarsak yaşayalım, bizim anlam arayışımız hiç bitmeyecek çünkü insan anlam arayan bir varlık.

Hayatın anlamının ne olduğu üzerinde durmayacağım; çünkü tek bir anlamdan bahsedemeyiz. Her insan teki kadar anlam olabilir ve kimi dinle anlam bulurken kimi de ideolojide veya sanatta anlam bulabilir. Bu yüzden anlamdan bahsetmektense şu soru daha mantıklı geliyor: İnsanı anlam aramaya iten şey nedir? Bu soruyu cevapladığımızda anlamı bulmuş değil, insanı tanımış olacağız. Belki de en önemlisi budur. İnsanı tanımak!

İnsan dünyaya kendine yetecek donanımla gelmez. Bedeni gibi ruhu ve zihni de zamanla birlikte dünyada şekillenir. Doğduğunda boş bir kâğıt gibidir. Elbette genetik kodlardan ve güdülerden bahsedilebilir ancak onların ne olduğu yaşamak için yeterli değildir. İnsan tam olarak, kâmil diyebileceğimiz şekilde, bütün haklarını kazanmış olarak dünyaya gelmez. Mevlâna’nın ney yapılmak için sazlıktan koparılıp getirilmiş kamış metaforu gibidir. Asıl vatanından uzakta, içi boş bir şekilde inlemektedir. İnsanın dünyadaki konumu da buna benzer. Dünya bir misafirhanedir. Misafirhane ev değildir, evdeki kadar rahat edemezsiniz, kullandığınız eşyalar sizin değildir. Kısa bir süreliğine oraya gelmiş ve konaklamışsınız. En çok yaşadığınız duygu özlem olacaktır. Evinizi, yurdunuzu, sevdiklerinizi özlersiniz. Özlem zamanla artarsa özlediklerinizin yerine koyacak şeyler bulur, onları imgeleştirirsiniz ya da tam tersi özlemi bastırmak, onun ağırlığından kurtulmak için başka yollara başvurursunuz. İkisi de arayıştır neticede.

Arayış, aslında kişinin kendini yeniden konumlaması demektir. Kişi varlıkla kurduğu temas ölçüsünde kendini konumlayabilir. Yalnızlığın yıpratıcı olması da bundandır. Öteki yoksa kendisi de yoktur. Balinaların veya yarasaların yön bulmaları buna güzel bir örnek olabilir. Bu iki hayvanın yaydıkları ses dalgalarının kendilerine geri dönmesiyle yönlerini buldukları bilinmektedir. Varlığa çarpan ses geri geldiğinde kendi konumunu belirler. İnsan da böyledir, varlık onun bir nevi gerekçesidir. Bunu çocukların sorularında daha net görebiliriz. Küçüklerin tatlı dillerinde komik duran o sorular gerçekte hayatın en önemli sorularıdır. Anne babaya sorar çocuklar: “Beni seviyor musunuz? Ben doğunca sevindiniz mi?” Bu sorular insanın varlık sorunsalının temelini oluşturur: Kabul görme, ait olma, değerlilik insanın vazgeçilmez meselesidir. Değersizlik hissi yıpratıcı, yok edici bir etki gösterir. İnsanın fıtratında benlik bilinci, değerli olma hissi ve kendini gerçekleştirme vardır.

İnsan kendini değerli hissettiği ölçüde bütüne ulaşmak için çabalar. Boşluk, değersizlik hissini körükler. Aslında boşluk diye bir şey yoktur çünkü boş olan her şey yerine bir başkasını ikame eder. O yüzden insan hayatına giren her şeyin bir karşılığı/anlamı vardır. Seçtiği veya tercih ettikleri diğerinin yerini tutar. Anlam bir bakıma bağlama oturtmadır. İnsanı hayatta ve ayakta tutan şey odur. Bağlamdan koptuğunda başka bir boşluk oluşur ve onu da diğer tercihle doldurmaya başlar. Bütüne ulaşmak insanın doğal hâlidir. Zihin kendine gösterilen her şeyi bütün içinde anlamaya çalışır ve onu bir bağlama oturtamadığı zaman sonuç çıkaramaz. Karmaşık olanı düzeltmeye, düzenlemeye çalışması bunun göstergesidir.

Kendini gerçekleştirme, insanın kemal noktasıdır. İnsanın kendini bulması kendini tanımasıyla mümkündür; tanımak için de bilmek gerekir. Bütün dinler, öğretiler, hikâyeler kendini bilmek üzerine şekillenmiştir. İnsanın yaptığı her şey onun kendini bilmesi içindir. Peki, kendini bilince ne olacak? Bilmek neden bu kadar önemli? Bilmek insanın fıtratında olan bir durumdur. Aristotales’e göre insan, doğal olarak bilmek ister. Dünyaya geldiğimizde ona dair hiçbir bilgimiz yoktur. Hayatı yaşayarak ve öğrenerek şekillendiririz. Önce sesler çıkartırken konuşmayı öğreniriz, sonra emeklerken yürümeyi öğreniriz; kaşık tutmaktan başlayarak giyinmeye kadar her şey aslında birer öğrenmedir. Bilmek, potansiyel oluşturmanın gereğidir. İnsan sınırsız potansiyelle yaratılmıştır. Yüce mertebelere çıkabildiği gibi aşağı derecelere de düşebilir. Bu insanın potansiyelinde vardır. Kişi bunu sonuna kadar kullanmak ister, bilmek ve anlamak ona ulaşmayı kolaylaştıracaktır.

Bilmek mükemmele, tamamlanmaya, kemale giden yolun ilk basamağıdır. Bilgi kemali garantilemez ancak o olmadan ilk adım da olmaz. Çünkü üzerine bina edeceğiniz inşa, bilgi sayesinde gerçekleştirir. Bilgisiz iman olmaz. Bilgi bilinçlilik hâlinin, yani bir bakıma uyanık olma hâlinin bir göstergesidir. Bilgisizlik ise delilik, sarhoşluk, kendini unutmak gibi “kendinden geçme hâlini” yansıtır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9.) ayetinden de anlaşılacağı üzere bilenlerin mertebeleri elbette yüksek olacaktır. Bilmeden yapılan bir eylem alışkanlıkların veya ön kabullerin bir neticesidir. Sorgulanmamış, anlaşılmamıştır. Sokrates’in söylediği gibi “Sorgulanmamış hayat yaşanmamış demektir.” İlk ayetin oku olması, sürekli düşünmekten ve bilmekten bahsetmesi inancın bilgi ile yani bilinçlilikle olması içindir.

Ayrıca bilgi sorumluluk yükler. Şeytanın daha çok bilenlerle uğraşması bu yüzdendir. Bilen insan, potansiyeli barındırır ve kendini gerçekleştirebilecek yoldadır. Bilmeyen insan, tehlike üretmez çünkü onun potansiyeli yoktur. O, birilerinin kullanacağı elemandır. Bir grup içinde bile olsa bu vasıfsız üye, en sevilmeyen ama kullanılmaya müsait kişidir. Bilenler ve potansiyeli olanlar taltif görür, mertebeleri yükselir. Hayat içinde bile bu en basit kural işletilirken insanın kendi olma yolunda bilgi sahibi olması kıyas dahi kabul etmez.

Kendini bilen insan kendinin ve bilginin gereğini yapar. Zihnin ve ruhun tatmini bu bilgi ile gerçekleşir. Şöyle basit bir örnek verebiliriz: Bir sanat eseri karşısında durduğumuzu düşünelim, bu bir resim olsun. Harikulade yapılmış ve bizi âdeta büyülüyor. Bu resimden herkes hoşlanabilir, ressamı da takdir eder. Resim bilgisi olmayan ama resimden hoşlanan bu kişi ressamı övse, bu övgü ressamın hoşuna gider mi? Gitmez, çünkü o resmi nasıl yaptığını, hangi teknikleri kullandığını, orijinal bir şey yapıp yapmadığını bilmediği için övgüsü yüzeyseldir. Ama bir resim eleştirmeni veya resimden anlayan biri olsa, fırça kullanıma kadar her şeyi bilir; kullandığı tekniği, yakın olduğu akımı bildiği için övgüsü ve hayranlığı ressamın daha çok hoşuna gider. Her şey için bu böyledir; şair için de marangoz için de… İşte bilmek, resim karşısındaki durumumuzu gösterir. Bilen kişinin hayata bakışı, yaşayışı, inanışı varlıkla olan ilişkisinin derecesini belirler. Bilirsen varlıkla bütünsel ilişki kurabilirsin, bilirsen kendinle bütünlüklü iletişim yakalayabilirsin. Bu yüzden “Kendini bil!”mek bütün dinlerin ve öğretilerin ana ilkesidir. Sokrates “Kendini bil!” der. Apollon’a adanmış olan Delf Tapınağı’nın girişinde “Kendini bil!” yazar. Yunus Emre’nin meşhur dizesinde dediği gibi: “İlim kendin bilmektir.”

Hikâyeye geri dönerek toparlayalım. Kaşıktaki yağı unutmadan hayata bakabilmek, kendini bilmekle mümkündür. Kendini bilen insan, sorumluluklarının farkına vararak yaşar hayatını. Fakat buna pek az insan cesaret edebilir çünkü bu kemâl yolu uzun ve çilelidir. İhtiyaçlar piramidinin daha ilk basamağında kalmış, yorulmuş ve manen yokluk içindeki birinin bu yolu yürümesi beklenemez. O kişi, küçük hazlarla günlük hayatını yaşamaya çalışır. Kemâl yolunu ancak kendini bilenler yürüyebilir. Kendini bilenlerse kendisiyle bütünlüklü ilişki kuran, varlıkla temas hâlinde olan ve anlamı bulmuş kişilerdir.