FİKİR
FEN KARŞISINDA DİN
(Ege Üniversitesi Rektörü)
Prof. Celâl SARAÇ
İslâmî görüşle «din» Tanrı birliği inanana dayanan, semâvî bir tebligat nizâmıdır. Bu nizâma bağlı olarak insan topluluklarını belli hukuk ve ahlâk sınırlan içinde yüceltmek gayesini güder. Şeriki ve benzeri olmayan, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî vasıflan bildiren Ulu Tanrı’nın peygamberlerine inanmayı ve Hz. Muhammed (A. S.) ın tebligatında işaret olunan hususlar itikad ve itaati zarurî sayar.
Fen tâbiriyle de, bugün, müsbet ilimleri anlamakta ve bu ilimlerin tatbikat sahasına koydukları imkânların hey’eti mecmuasını kasdetmekteyiz. Şu halde etrafımızda görüp nimetlerinden faydalandığımız bütün teknik vasıtalara vücud veren temel bilgileri «fen» umûmî adı altında toplamak îcâbeder. Hattâ, «Tıb» da ancak müsbet ilimlerin yardımcılığı ile bugünkü tekâmül merhalesine varmış olmak itibariyle bir tatbikî fen kolu sayılmaktadır.
Diğer taraftan, müsbet ilimler, başlıca muayyeniyet ve illiyet prensipleri dediğimiz temellere dayanmaktadır. Yani, üzerinde yaşadığımız dünyada, beşerî idrâk ve müşahede sınırları içine giren olaylarda muhakkak bir takım sebepler arar ve ekseriya bu sebepleri buluruz; tesirlerini gözlediğimiz sebeplere bağlanabilen olayların mutlaka meydana geleceğine hükmederiz. Henüz birer sebebe atfedemediğimiz olaylar zuhurunda ise, kesin hükmü verinceye kadar, araştırmalara devam ederiz. Bugün müsbet ilim adamlarının tuttukları yol budur.
İşte bu kısa açıklamaya göre, bakalım fennin ve fen adamlarının din konusundaki davranışları nasıl olmaktadır? Acaba, bugünkü fende dinle, dinî temel inançlarla teâruz teşkil eden cihetler var mıdır?
Evvelâ şurasını açıkça belirtelim:
Son elli-altmış yıldanberi müsbet ilimlerin her sahasında gerçekleştirilen ilerlemeler bir kere daha İsbat etmiştir ki: İçinde yaşadığımız âlemde cidden çok yüksek bir mahâret ve kudretle vücûde getirilmiş fevkalâde âhenkli bir nizâm hüküm sürmektedir. Gözle görülebilen en küçük zerreden de milyonlar ve milyonlarca küçük atomlar âleminde olduğu gibi, dünyamızdan aynı nisbetlerde büyük yıldızlar âleminde de bu böyledir. Bu sonsuz küçük ve sonsuz büyükler âleminde hâdiseler son derece ahenkli bir düzenle cereyan etmektedir. Günler, geceleri, mevsimler birîbirlerini şaşmaz bir intizamla tâkibettikleri gibi, sonsuz küçükler dünyasında da olayların muayyen, kâide ve nizâmlara bağlanmış bulunduğu anlaşılmaktadır.
İşte bu gerçeklere yakından nüfuz edebilen bilginler, bilhassa astronomlarla fizikçiler, bütün varlık ve yaratıkların ancak gören, duyan - bir kelime ile bilen - hakim bîr Yaradanın eseri olabilecekleri noktasında ittifak etmek-’ tedirler. Hiç bir hâdise, böyle bî-nazîr bir sâni’ ve hâlikm ilim ve ihatası dışşında kalmamaktadır.
İşte fen, bu hükümle neticelenen bir kesinliğe varınca, ilim adamının, dinî inançları, artık zarûriyetten saydığı bu hükmün ışığı altında mütalâa etmek durumunda bulunacağı aşikâr olur. Ayrıca, ilim adamlarının önünde, bâzı mebde’ ve faraziyelere dayanarak, bir takım nazariyeler kurmak ve bu nazariyelerin bir gün gelip tahakkuk edeceğini kabul etmek gibi çok geniş bir tefekkür sahası vardır. Bilginler, gerek canlı varlıklarda, gerek cansız yaratıklarda tabiata öyle ince tecellileriyle karşılaşmaktadırlar ki, pek derin ve geniş olmaya hâcet kalmıyacak bir muhayyile ve düşünce kuvveti sâyesinde, semâvî dinlerin, varlıklarından haber verdikleri hârikulâde hayat ve hadi sat nizâmlarına inanmakta hiç bir güçlük çekmezler. Kaldı ki, daha çok mistik ve psikolojik diyebileceğimiz başka bir telâkkiye göre de: din bir emri vicdânîdir. Yâni muhakkak surette akla, aklî delillere istinad ettirilmelerinde, tefsir ve tevil yollarına dökülmelerinde bir zaruret bulunmayan bir takım inançlar mecmuasıdır. Bu takdirde, mütefenninler, kendi şaşmaz kıstaslarım beşerî idrâk ve ihâta sınırlan içindeki mevcudat ve hâdisâta tatbik ederken, vicdan ve sezgileriyle de bu inançların nurlu yolunda pek âlâ yürüyebilirler. Lâboratuvardan çıkarak câmiye giderler, en yeni fennî buluş ve görüşlerden bahsettikleri kürsülerinden ayrıldıktan sonra zühd ve takvâ sâhibi bir kul hüviyetiyle ve tam bir saffet-i katble Hak’ka, Rabb-i Kâinata teveccüh edebilirler.
Bu bakımdan devrimizin mümeyyiz vasıflarından biri ve bilhassa Garp Medeniyeti çerçevesi dâhilindeki ilim ve fen muhitlerinde belireni de, artık - eski zamanlarda olduğu gibi - fazla derin felsefî münakaşa ve spekülâsyonlara kapılıp dalmadan, hem aklın hem de vicdânın ihtiyacına birden şu samimî cevabı verebilmek olmuştur: Aklî zarûriyâtı daha çok maddî âleme hasr ve tahsis ederek, vicdan ve mâneviyatla ilgili umûr için «nakl» i esas tutmak ve derûnî idrâk manzumesine yer vermek. Yakından - şahsen - şâhid olduğumuz bu görüş ve davranışa ait bir çok misâlleri zikr etmemiz kaabildir.
Yirminci asrın ortasında ilim ve fennin en ileri serhadlerinde at oynatmakta bulunan tanınmış bilginlerin maddiyâta verdikleri ehemmiyet derecesinden aşağı olmayan bir mertebede maneviyâtı da ihya ettiklerini yakın en biliyoruz. Zaten başka türlü olmasına da imkân yok gibidir. Bu dünyâya niçin gelmişiz? Bunu hiç düşünmemezlik edebilir miyiz? İşte insaf ve iz’an sâhibi herkesin bu soru karşısında cevap ararken varacağı netice şu olmaktadır:
Her halde bu dünya seyahatinin bir mâkul gayesi vardır, ölüm denilen, madde inkırazının ötesinde başka bir varlık kabul etmeksizin mâkul bir gaye tasavvur ve tahayyülüne imkân yoktur, işte din, bu gaye tasavvuru sırasında, dört elle sarılacağımız tek ümid ve teselli kaynağı olmaktadır.
Çok velûd bir hayat unsuru olan bu ümid ve teselli kaynağından nasıl feyz alındığını da biliyoruz. Bu hususta tarih’den, bilhassa medeniyet tarihlerinden bir çok misâller zikredebiliriz:
Dinî inançlara samimî olarak sıkıca bağlı kalındığı ve bu yoldaki vecibelere hakkıyle riâyet edildiği devirlerin, dâima, aklî prensiplere dayanan maddî medeniyet seviyelerinin de ileri bulunduğu devirler olduğu öğrenilmektedir. Hiç bir zaman dinin mâni-i terakki olmadığı hakikatine de bir işâret olan bu târihî şehâdetler «fen» ve «din» in tam ve kâmil bir âhenk içinde bağdaşabildiklerine kâfi delillerdir. İslâm dini, dâima en ince hukuk anlayışlarının mükemmel eserler hâlinde kayd ve tesbitine imkân hazırlamış; yüksek bîr ahlâk manzûmesine vücud vererek insan-oğullarının tam bir adâletli âhenk ve vitak İçinde yaşamalarını mümkün kılmış; bednyat sahasında yüksek eserlere ilham kaynağı olmuş; ilim ve fenni dâima teşvik ve himaye etmiştir.
KUR’AN-I KERİM HAKKINDA AYET MEALLERİ;
«(Bu) Kitabın indirilmesi, Aziz olan ve herşeyi bilen Allah tarafındandır.»
(Mü’min Sûresi, Ay«t: 2)
«Bu, öyle bir kitaptır ki, hakim ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetleri muhkem kılınmış, sonra da etrâfiyle açıklanmıştır.»
(Hûd Sûresi, Ayet: 1)
«Hak geldi, bâtıl çöküp gitti.. Zâten bâtıl çökmeğe mahkûmdur.»
(İsra Suresi, Ayet: 81)