Makale

Muhacir: Abla ben büyüyebilecek miyim?

Muhacir: Abla ben büyüyebilecek miyim?

Sümeyra Çelik

DİTİB Hannover Merkez Camii
Din Görevlisi

Sırtını yaslayarak oturduğu bir duvar bile yoktu evimiz diye gösterdiği çadırda. Çocuk yaşını aşan derin hisler yüklü yüreğiyle anlatıyordu yedi yaşından beri burada yaşadığını. Ailesinin çoğunu, bitmesinden umudu kestiği bu savaşta kaybetmişti. Odasının, masasının veya kıyafetlerinin olmamasını bir eksiklik olarak görmüyordu. Oyuncağın var mı sorusuna, cebinden çıkardığı misket büyüklüğündeki iki topu göstererek yüzünü kaplayan anlam veremediğim bir sevinçle cevap veriyordu. Okula gidememesini, kitap kalem vs. gibi ihtiyaçlarının olmamasını garipsemiyordu. Bir mülteci kampında yaşıyor bu çocuk diye tekrar tekrar hatırlatıyordum kendime. Hasret duyduğu şeylerin oyuncak, kalem, defter değil tokluk ve güvenlik olduğunu sık sık unutuyordum. Yerinden yurdundan zorla çıkarıldığı hicrete mecbur kaldığı gibi heveslerden, arzulardan, isteklerden hatta en basit insani beklentilerden de belli ki hicret etmişti. Yoksa büyüyünce ne olacaksın diye sorulan soruya “Abla ben büyüyebilecek miyim?” diye gök kubbeyi bile sarsan bir cevap veremezdi.

Binlerce kilometre uzakta öğreniyordum onun hicran dolu hikâyesini. Her şey o kadar uzaktaydı ki ne yüzbinlerce kişinin gayriinsani şartlarda yaşaması ne de ölmelerin birer sayı hesabına indirgenmesi yüreklerde beklenilen etkiyi yapıyordu. Çünkü bu acılar hiçbirimize tanıdık değildi ve çok uzaktaydı. Her türlü konforun içinde çeşitli meşgalelerle uğraşmaktan sıra o uzaklara bir türlü gelmiyordu. Sadece birkaç saatlik bir programda seyrettiğimiz bu video doğrusu herkesin gözlerini yaşartmıştı. Nasıl olsa her şey aynı sırayla olup bitmeye devam edecekti. Biz seyrettiklerimizi unutacaktık, mülteciler de aynı terk edilmişliklerini yaşamaya devam edecekti.

Hâlbuki burası da bir nevi hicret yurdu sayılırdı, bizler de bir çeşit muhacirdik. Onları kolayca anlamış olmalıydık. Bu devasa farkın sebebi bizim konfora, onların acıya doğru hicreti miydi? Artık ulaşılamayacak kadar uzağa göçmüş olabilir miydi merhamet?

Mülteci kamplarında insani yardım malzemelerinin dağıtımını seyrederken çaresizlikleri nasıl da ayan beyan görünmüştü. Böyle durumlarda kolay olan, diğerkâmlığı bir tarafa bırakıp ön yargılarla seyre devam etmektir. Hiçbir şey bilmiyorlardı işte. Doğru dürüst bir sıraya dahi geçememeleri ne kadar büyük bir insanlık suçuydu? Ya çocukların diş macununu yiyecek zannederek yemelerine ne denmeliydi? Daha neler neler...

Sıra sahip oldukları her şeylerini arkalarında bırakıp çıktıkları umut yolculuğunda boğulma görüntülerine gelince dünyada merhametin de sular altında kaldığı anlaşılıyordu. İşin içinde başka işler olduğunu, cansız bedenini dalgaların dövdüğü o bebek anlatıyordu dünyaya. Gün başlamamıştı henüz ama insanoğlunun duyarsızlığı o gün önceki tüm rekorlarını kırmıştı. İnsan merhametten hicret edince denizlerde boğulan canlar birer sayıya dönüşmüştü işte. Şefkatten göç edince insanlık, acılar görünmez olmuştu. Oysaki insanlığın yurdu merhamet ve şefkatti. Zaten tüm kayıplar orayı terk edince başlıyordu. Kişiye izzet katan duygular çıkmış olmalıydı dünyamızdan. Yoksa birkaç saatten fazla acılarla hemhâl olamayış başka nasıl açıklanabilirdi.

Bu görüntüler, ne çok şeyden hicret ettiğimizi anlatıyordu. Çocuklukla beraber safiyetten çıkıp gelmiştik. Gençlik yıllarında kanaatten göçmüştük. Biraz ilerleyinceye hırslara doğru giden yollar tutmuştuk kendimize. Bütün bunların sebebi, gönülleri ıssızlaştıran hicretlerinin olmasıydı. Kin ve hasretten hicret edeceğine iyilik ve fedakârlıktan göç etmiştik. Kim gönlünde bencilliği ve menfaati büyütüp bir türlü yeşertemediği merhametle hangi yüreğe dokunabilirdi? Geldiğimiz noktada unutmuştuk şefkatin ve merhametin bir gün herkese lazım olacağını.

Herkesin yolcu olduğu dünyada merkezî konuma sahip duygular lazımdı bize. Merhamet bu erdemlerden biriydi. Şefkatin transfer edilmediği herkes dolayısıyla ötekileşmiş oluverdi. Öteki kavramının içinin gün geçtikçe hıncahınç dolması bunun bariz bir örneğiydi. Nihayetinde bir sefer hâlidir yaşamak. Yaşayacak ve yaşatacak bir merhametin olmayışı da işin tuhaflığını gösteriyordu. Yıllardır süren ve kimin kaybettiği belli olmayan bu savaşta mülteci olmuştu insanlık. Yurdunu, evini barkını, hatıralarını, yakınlarını, hâsılı her şeylerini kaybedenlerle merhamet ve şefkatini yitirenlerin zararları kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktü. Savaşın muhacirlerine birkaç damla gözyaşı eşliğinde yapılan “Allah yardım etsin.” duası sorumluluğunu örtme adına kişiye iyi gelmesine karşın merhamet muhacirlerinin de acınası hâlini ortaya koyuyordu.

Hiçbir şeyin zayi olmadığı, büyümeyi dahi hayal edemeyen çocukların olduğu bir dünyada aynı gökyüzünün altında sürüp gidiyor ömrümüz. Büyüme ihtimaline umutla sarılamayan o çocuğa bir borcumuz var. İnsanın fıtratına yerleştirilen merhamet borcu... Bu borç, gönüllerde yaşanan ve sürekli ağır kayıplar verilen şefkatsizlik savaşını durdurarak ödenebilir. Bir kurşun gibi vurmasın bizi bencillik artık. Misket bombası olup üzerimize yağmasın ötekileştirme.

Sanırım bir şeyleri yanlış yapıyoruz...