Makale

UNUT GİTSİN

UNUT GİTSİN

Müzeyyen Yazıcı

Babam elimdeki fotoğrafa uzun uzun baktı. Gülümsedi. İşaret parmağını fotoğraftaki kadının yüzünde gezdirdi. Bu, dedi. Sensin. Fakat fotoğraf neden siyah beyaz? Peki ya şu adam, o kim, kocan mı? Ne de güzel bakmışsınız birbirinize. Gözlerim doldu. Hayır baba, dedim. Eşim değil ama dünyada en sevdiğim adam o.

Babam alzaymır hastalığına yakalanalı tam altı yıl oluyor. Her biri birbirinden zor geçen koca altı yıl. Annem onunla bir bebek gibi ilgileniyor. Yemeğini yediriyor, bütün sitemlerine katlanıyor. Öfkesine gülüp geçiyor. İş çıkışları üst kata, onların yanına çıkıyorum. Babamla sohbet ediyor, eski defterleri karıştırıyorum. Hafızası giderek siliniyor. Ona annemle nişanlarında çekilmiş bir fotoğrafı gösterdim. Uzun uzun baktı, beni anneme benzetmiş olacak, bu sensin, dedi. Sonra kendi yüzüne yıllar önceki Tahsin Bey’e baktı. Öyle uzaktı ki o yüz ona. Üstelemedim. Doktoru da sık sık uyarıyor zaten. Ona hakikati dayatmayın, onun kendi gerçeği içinde yaşamasına izin verin. Hatta siz de zaman zaman bu oyuna katılın. Şimdi babamla geçmişi yeniden dokuyoruz. Ölüleri konuşturuyor, insanlara yeni isimler veriyoruz.

Son günlerde daha asabi oldu babacığım. Doktor Bey bizi uyarmıştı fakat ne yalan söyleyeyim bu kadarını beklemiyordum. Çocukluğumdan bu yana ağzından bir tek kötü söz duymadığım adam, akla hayale gelmeyecek küfürler ediyordu. En ufak şeylere sinirleniyor, bağırıp çağıyor sonra da ulu orta hakaretlere başlıyordu. Zavallı anneciğim her şeye dayanıyor da babamın bu öfkesi, zaman zaman onu da öyle zor durumda bırakıyor ki... Daha geçen gün anneme biraz hava aldırayım, bir değişiklik olsun dedim, tuttum ikisini yemeğe götürdüm. Annem bir güzel giyindi kuşandı, babamı da iki dirhem bir çekirdek giydirdi. Birlikte çıktık. Tıpkı eski günlerdeki gibi… Lokantada kenarda bir masa seçtik. Fazla göz önünde olmak istemiyordum. Ben, bir ara lavaboya kalktım. Döndüğümde babam ayağa fırlamış, avazı çıktığı kadar bağırıyor, garsona ve çevresini saran bir iki adama hakaretler yağdırıyordu. Annem ne yapacağını bilememiş bir vaziyette insanlara laf anlatmaya çalışıyordu. Sonunda pes edip hıçkırarak ağlamaya başladı. Hemen yanlarına koştum. Önce babamı sakinleştirmeye çalıştım ama muvaffak olamadım. Çevresini saran kalabalık onu daha fazla strese sokuyordu. Sürekli konuşuyorlardı. “Olmaz ki canım, çoluk çocuğumuzla yemek yemeye geldik buraya.”, “Sen yanındaki kadınlara dua et.”, “Yaşlı başlı adamsın, utanmıyor musun böyle konuşmaya kadınların içinde?” Yeter, diyebildim boğazımda düğümlenen son nefesimle. Yeter, susun. Görmüyor musunuz, hasta o. Babam alzaymır hastası.

Lokantadan apar topar çıktık. Babam olanlara anlam verememişti. Arabaya yürürken sordu. Selma, içeride ne oldu. Boş ver baba dedim, unut gitsin!

Mahkûm Hayatlar

Hayatın binbir yüzü var. Kimin payına ne düşer bilmeyiz. Kim nasıl bir imtihandan geçiyor, gülen yüzlerin ardında hangi acılar, kederler gizli… Hayat her dem ipil ipil parlayan yüzünü göstermez insana. Şu gök kubbe gibidir. Yağmuru da olur rüzgârı da, karı da olur boranı da, gecesi de gündüzü de.

An geliyor varlıkla veriyoruz imtihanımızı. An geliyor en çok sevdiğimiz ile sınanıyoruz bu hayatta. Karşımızda günden güne eriyip tükenmesine şahit oluyoruz. Hele ki bitip tükenen sadece bir insan değil bütün bir geçmişimizse o zaman sızlıyor sol yanımız. Unutulmanın karanlığında kalakalıyoruz bazen. Sevdiklerimizle yaşadığımız güzel günlerin arasına örülen o kalın duvarlar, ne yapsak aşınmıyor. Dizlerinde uyuduğumuz, akşam işten dönmesini iple çekip boynuna atladığımız babacığımız gün oluyor bizi tanıyamıyor. Evet, alzaymır hastalığından bahsediyorum. Zamanla hafızaya ket vuran o meşum hastalıktan. Hatıraları bir bir derin kuyulara gönderen, insana eşini, çocuklarını yabancılaştıran…

Bugün ailece yemek yediğimiz lokantada karşılaştığım manzara yazdırıyor bana bu satırları. Hasta bir adam, gözü yaşlı bir eş ve çaresiz genç bir kadın. Etrafını saran insanların kınayıcı bakışları arasında verilen bir mücadele. Bir yerde okumuştum. Hastalık ilerledikçe kişinin öfke kontrolü zayıflıyormuş hatta kimi hastalar hiç âdetleri olmadığı hâlde ulu orta küfredebiliyor, çevrelerindekileri kolayca çileden çıkarabiliyorlarmış. Ne kadar da zor olmalı böyle biriyle yaşamak. Düşünsenize, sosyal hayatınızı askıya almak zorundasınız. Akşam çaylarında evinize misafir kabul etmek bir lükse dönüşür. Hele çıkıp dolaşmak, bir yerlerde bir şeyler yemek. Çevrenizdekilerin çoğu evinize kapanmanızı bekler. Onları rahatsız etmemenizi isterler. Akşamki yemekte de insanların büyük kısmı aynı düşüncedeydi. Kimi müşteriler, madem hasta otursun evinde, bizim huzurumuzu kaçırmaya hakkı yok ya, gibi laflar ettiler. Evet, o yaşlı bey hastalığının da etkisiyle ağzı alınmayacak sözler sarf ediyordu insanların içinde ve çevresindekiler ona kızdıkça daha da yükseltiyordu sesini. İlk başta böylesi bir durum için, evinde otursun daha iyi, denilebilir. Peki, o adamın eşi ve kızı. Onları da evlerine mahkûm etmeye hakkımız var mı? Yargılayan bakışlarımızla, kırıcı sözlerimizle belki geçirecekleri mutlu bir akşam yemeğini ellerinden almamız ne kadar doğru. Kim bilir, o genç kadın yıllar sonra ilk defa babasıyla eski günlerdeki gibi bir akşam geçirmeyi hayal etti. Annesine birkaç saat olsun nefes aldırmak, onu hastalığın kasvetli havasından az da olsa uzaklaştırmak istedi. Kendimizi onun yerine koysak biz de günlerce hatta yıllarca eve kapanmayı göze alabilir miydik?