Makale

MEDİNE’DEN MEDENİYETE DİNÎ KİMLİĞİMİZİN SERENCAMI

MEDİNE’DEN MEDENİYETE DİNÎ KİMLİĞİMİZİN SERENCAMI

Harun Dündar KARAHAN

Ankara Çankaya Vaizi

Tarihte kurulan her şehir, kendini inşa eden inanç ve medeniyetin rengini sadece mimarisine değil, sakinlerine de vermiştir. Bu bağlamda şehir ve insan birbirini karşılıklı olarak etkileyen, değiştiren ve dönüştüren iki unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Şehrin mi insanı, insanın mı şehri inşa ettiği tartışmasını bir kenara bırakarak şunu söyleyebiliriz ki şehirleri kendi dini ve kültürel kimliği ile inşa eden insanoğlu, kendi kimliğini de şehir ile teşekkül ettirmiştir. Merhum Necip Fazıl şehir ile insan arasındaki bağı şu mısraları ile ne güzel anlatmaktadır:

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.”

Kısaca şehir kimliği dediğimiz olgunun insandan bağımsız olduğunu düşünmek imkânsızdır.

Kur’an, Hz. Âdem’den Peygamberimize kadar gelen peygamberlerin genellikle şehirli topluluklara geldiğini şöyle ifade etmektedir: “Biz senden önce de, memleketler halkından (ehlü’l-kurâ) ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik.” (Yunus, 12/109.) Zikredilen kıssaların nerdeyse tamamının şehir halkları ile ilgili olduğuna ve seçilen peygamberlerin şehir halklarının içinden seçilmiş olmasına dikkatlerimizi çekmektedir. Peygamberlerin getirdikleri mesajın evrenselliğini ve uygulama alanlarını, kurmak istedikleri düzeni düşündüğümüzde şehir hayatının buna en uygun zemini hazırladığını düşünebiliriz. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de şehirde doğmuş, yetişmiş, tebliğ etmiş ve şehirde vefat etmiştir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz; peygamberler bir şehir sistemi içerisinde tebliğ ve inşa faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Böylelikle gönderilen peygamberler geldikleri toplumda sadece bir dini değil, o dinin medeniyet tasavvurunu da getirmişlerdir. Huntington bu durumu şu sözü ile ifade eder: “İnsanlık tarihindeki temel medeniyetler büyük ölçüde dünyanın büyük dinleriyle tanımlanmaktadırlar.” (Hungtinton, Samuel P. , Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Çeviren: Mehmet Turhan, Y.Z. Cem Soydemir, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2008, 49.)

Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde İslam dininin şehir ve medeniyet anlayışını inşa etmek istemiştir. Zira Kur’an’ın getirdiği birtakım değerlerin ve ilkelerin ancak kendine ait özgün bir şehir sisteminde hayat bulacağı aşikârdır. Öncelikli olarak Yesrib olan şehrin adı Medine olarak değiştirilmiştir. Medine kelimesi Kur’an’da (Tevbe, 9/101-120; Ahzab, 33/60; Münafikun, 63/8.) özel olarak Medine şehri için kullanılmakla birlikte diğer peygamberlerin geldiği şehirleri de ifade etmektedir. Medine, şehirli olmak, medeni ve yerleşik bir hayat tarzına sahip olmak, varlık, bolluk ve nimet içinde hayat sürdürmek gibi anlamları ifade eden “medeniyet” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. (Zebîdî, Muhibbuddin Ebu’l-Fayd Muhammed Murtaza,Tâcu’l-arus. Beyrut. 1966, s. 342.) Buradan da anlaşılmaktadır ki Peygamberimiz (s.a.s.) hicret ile sadece İslam’ın ilk şehrini kurmamış, aynı zamanda Müslümanların kendinden sonra kuracakları şehirler için bir şehirli yaşamı ve medeniyet perspektifi de çizmiştir.

Medine modeli olarak da adlandırabileceğimiz bu perspektifle Hz. Peygamber, adalet, hukuk, insan haklarına saygı ve bir arada yaşama kültürünü esas alan bir devlet nizamını insanlarla tanıştırmıştır. Kur’an’ın sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için öngördüğü ilkeleri Medine vesikası ile taahhüt altına almıştır. Kısaca Medinelilere şehir yaşamının vazgeçilmez unsurlarından olan bir arada yaşama ve bir medeniyet/şehirlilik bilinci kazandırmıştır. Muhtemel ki Peygamberimiz’in (s.a.s.) hayal ettiği ve inşa ettiği bu medeniyet perspektifi ve modeli Cenab-ı Hakk’ın şehirlerin anası (ümmü’l kura) olarak zikrettiği Mekke şehri için koymuş olduğu ilkelerden mülhemdir. (Kasas, 28/57; Ankebut, 29/67.) Zira Cenab-ı Hakk’ın Mekke için koyduğu ilkelerin Peygamberimiz (s.a.s) tarafından Medine için de hayata geçirilmesi vahye dayalı medeniyet tasavvurunun ilk adımını teşkil etmiştir. Bu bağlamda Medine şehri de Peygamberimiz tarafından Harem’e dâhil edilerek (Müslim, Hac, 454.) Mekke ile birlikte Haremeyn’den sayılmıştır. Hiç şüphesiz ki Harem anlayışı ile tesis edilmek istenen şey sadece çevrenin ve diğer canlıların korunması değildir. Zira Kur’an bize Mekke’yi, “beleden âminen” (Bakara, 2/126; İbrahim, 14/35.) ve “el-beledü’l-emîn” (Tin, 95/3.) vasıfları ile anlatmıştır. Bu vasıflar ise çevre ve diğer canlılarla birlikte tüm insanları da kapsamaktadır. Mekke ile başlayan Medine ile gelişen “model şehircilik” Müslümanların kurdukları tüm şehirler için ilham kaynağı olmuştur. Böylelikle İslam, “şehir etiği” olarak da adlandırılan şehirlilik ahlakını vahiy merkezli olarak tekemmül ettirmiştir. İslam’da şehir hayatına ruhunu veren ise Kur’an’ın değer yargıları ile inşa edilmiş Müslüman dinî kimliğidir. Şehir hayatının vazgeçilmez unsurları olan komşuluk, yardımlaşma, hoşgörü, nezaket, kul ve kamu hakkı gibi birçok esas Müslümanın dinî kimliğinin âdeta ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu kimlik, tevhit çatısında, iman esasları temelinde insanı ve çevreyi merkeze alan şehir hayatını hedeflemiştir. Günümüzde modern şehirlerde bile tam manasıyla tesis edilemeyen bu ilkeler, vahyin aydınlığında ve peygamberimizin öncülüğünde hayata geçirilmiştir.

İslam devletleri tarafından kurulmuş olan Fustat, Basra, Kufe, Nişabur, Semerkant, Buhara, Merv, İskenderiye, Kahire, Kudüs, Kurtuba, İşbiliyye, Malaga, İstanbul ve nice büyük şehirler Medine ile geliştirilen İslam şehir mimarisinin ve şehir yaşamının güzel örneklerini sunmuşlardır. Her bir şehir Farabi’nin kurguladığı “erdemli şehir” (el-medînetü’l-fâzıla) yolunda âdeta birbiri ile yarışmıştır. Müslümanlar kurmuş oldukları bu şehirlerde tüm insanlığa dinin rehberliğinde örnek bir şehir yaşamı prototipi çizmişlerdir.

Kur’an’da şehir yaşamı bağlamında kıssalara baktığımızda ilginç örneklerle karşılaşırız. Dikkat çeken ilk husus kıssaların birçoğunun şehir yaşamında geçmesidir. Hz. Musa’nın, Hz. Yusuf’un, Hz. İbrahim’in ve birçok peygamberin büyük insan toplulukları içerisinde yaşamış olmaları, peygamberlerin şehirli kimliklerinin de örnek alınmasına dikkatlerimizi çekmektedir. Fakat burada dikkat çeken bir husus da Cenab-ı Hakk’ın helak ettiği toplulukların da şehirlerde yaşamalarıdır. Yani şehirlilik dediğimiz olgu bizatihi bir değer ifade etmemektedir. Şehir halklarının gelişmişlik ve refahın yanında zulüm, ahlaksızlık ve inkâr gibi ahlaki birtakım bozukluklar ve dinî kimlikteki sapmalar nedeniyle nasıl bir helake sürüklendikleri de örneklerle anlatılmaktadır. (Tevbe, 9/70; Nahl, 16/112.) Esasında Kur’an, şehirde yaşayan insanların dinî kimliğinin toplumun geleceği için ne kadar önemli olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir.

Kur’an’daki ifadeler çerçevesinde baktığımızda şehirlilik olgusunun esasını dinî kimlik oluşturmaktadır. Dinî kimlik ise şehir mimarisi ve yaşantısı ile doğrudan ilişkilidir. Zira kurulan her bir şehir, insanların tarihi mirasının, dinî ve kültürel birikimlerinin ortak sonucudur. Bu bağlamda her şehir, insanın dinî kimliğinin hem öznesi hem de nesnesi konumundadır. İnsanlar tarafından imar edilen ve kimlik verilen bir şehir, daha sonra içinde yaşayanların kimliğine tesir etmektedir. Bu bağlamda tarihte Müslümanların kurdukları şehirler, dinî kimlik oluşturması bakımından mimariden çok daha fazla anlam içermektedir. Nitekim bu durumu Mehmet Akif Fatih camine bakarak şu dizelerle dile getirmiştir:

“Bu bir mabet değil, Mabud’a yükselmiş ibadettir;

Bu bir mazhar değil, didara vasıl mevkib-i enzar.

Semadan inmemiştir, şüphesiz, lakin semavidir:

Zemini olmayan bir cilve-i feyyazı havidir. “

Aynı duyguları Yahya Kemal Beyatlı da Süleymaniye Camisi için ifade etmiştir:

“Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,

Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,

Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,

Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.”

Burada şair sadece camileri örnek vermiştir. Fakat Müslümanların yaptığı tüm eserler kuru bir taş yığınından daha fazla anlam içermektedir. Bu zaviyeden bakıldığında medreseler, imarethaneler, külliyeler, çeşmeler, köprüler, mezarlıklar ve daha birçok yapı İslam kültüründe yalnız bir ihtiyacı gidermek için değil, dinî kimlik inşasında da önemli rol oynamışlardır. İslam mimarlarının yaptığı her bir eser, iç ve dış mekânın dizaynı, ebatları, evlerin avluları, mahallelerin mabetler etrafında şekillenişi, kullanılan figürler, yontulan ve işlenen motifler, içerdikleri derin anlamlar ile dinin kimlik inşasındaki parametrelerini de bizlere vermektedirler. Yani İslam şehirlerini diğer şehirlerden ayıran temel unsur maddi yapıları kadar o yapıları inşa eden manevi ve ahlaki felsefesidir. Örnek vermek gerekirse, vakıf eserlerinin yaygın olması yardımlaşmanın; medreselerin ihtişamı ilme verilen önemin;
camilerin şehirlerin merkezinde olması ibadetin günlük yaşamdaki yerinin; kabristanların cami hazirelerinde veya şehir merkezlerinde olması ise ahirete dair sürekli hesap verme şuuru ile yaşayan Müslüman şehirli kimliğinin temel göstergeleri olmuştur.

Ne yazık ki küreselleşme ve kapitalizmle birlikte Müslüman kimliğindeki aşınma şehirlerimize de yansımıştır. Bir zamanlar hoşgörü, yardımlaşma, cömertlik, komşuluk gibi erdemlerle yoğrulan şehirli Müslüman kimliği artık israf, lüks, moda, bencillik, yabancılaşma gibi zafiyetlere düçar olmuştur. Ruhumuzdaki aşınma şehirlerimizi de esir almıştır. Hakikatin yerini imajın almasıyla birlikte tevazu ve işlevsellik üzerine kurulan İslam mimarisi yerini gösteriş ve kibrin sembolü olan yapılara bırakmıştır. Esasında İslam şehirlerindeki bu bozulma ve kimliksizlik, Müslümanların kaybettikleri medeniyet tasavvurunun ve aşınmış olan Müslüman kimliğinin acı bir göstergesi niteliğindedir. Dünyaya medeniyeti Medine ile getiren bir dinin müntesipleri olarak yitirdiğimiz medeniyeti tekrardan kaybettiğimiz yerde aramalıyız. Şehirlerimizi imar etmeden önce, dinî kimliğimizin yapı taşlarını yeniden inşa etmeliyiz ki tarihte kurduğumuz şehirlere ve şehirlilik kültürüne tekrar sahip olalım. Unutmamak gerekir ki gerek Mekke (Ümmü’l Kura) gerekse Medine taşlarla değil vahyin aydınlığında inşa edilmiş şehirlerdir.