Makale

ESENLİĞE HASRET ŞEHİR: BAĞDAT

AHVAL-İ DÜNYA

ESENLİĞE HASRET ŞEHİR: BAĞDAT

Taha KILINÇ

Asya’nın uzak köşelerinden Afrika ve Avrupa’ya uzanan ticaret yollarının tam ortasında kurulu Bağdat, tarihçi Yakubi’nin tabiriyle “dünyanın kavşak noktası”ydı. Dicle nehrinin bereketli suları şehri abat ederken her milletten insan Bağdat’ın sokaklarını şenlendirirdi. Yakubi 800’lü yıllarda yaşadığına göre, Bağdat’ın en muhteşem dönemlerine bizzat şahitlik etmişti. Ne var ki bu ihtişam çok uzun süre devam etmeyecekti.

İkinci Abbasî halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 30 Temmuz 762’de temelleri atılan Bağdat, daha önce var olmuş bir şehir değildi. Ortadoğu’da, eski bir şehrin kalıntılarının üzerine yenisini inşa etmek adetten olduğu hâlde Mansur, tamamen yeni ve müstakil bir başkent kurmak istemişti. Dicle’nin kenarında, yerini bizzat kendisinin belirlediği, planının çizilmesine de katkıda bulunduğu bu şehre, “Esenlik şehri” anlamında “Medînetu’s-Selâm” ismini veren de oydu.

Tam merkezinde halifenin sarayının ve merkez camiinin yer aldığı, iki kat surlarla çevrili, daire biçimli şehir, o zamana kadar uygulanmış planların hepsinden farklı bir tasarıma sahipti. Kalın surlarındaki Kufe, Basra, Şam ve Horasan yönlerine bakan dört kapısı, bu şehirlerin isimlerini almıştı. Sur içindeki evler ve bahçelerin sulanması için ince kanallar açılmış, hem sulama hem de havalandırma projeleri uygulanırken dönemin mimari ve matematik bilgisinden azami derecede faydalanılmıştı.

İnşaat çalışmalarında 100 bin dolayında işçinin çalıştığı Medînetu’s-Selâm, 766’da tamamlandığında, Halife Ebu Cafer Mansur sadece kendisi ve halkı için ihtişamlı bir başkent meydana getirmekle kalmamış, aynı zamanda dünya sanat ve mimarlık tarihi için de gerçek bir abide ortaya çıkarmıştı. Dünyanın dört bir yanından gelen tüccarlar, şairler, sanatkârlar, ilim adamları ve siyasetçiler, bu yeni şehrin büyüsüne öyle tutulacaklardı ki bir süre sonra şehir için yeni bir isim gündeme gelecekti: Bağdat. Eski Farsça olan bu kelimenin seçilmesi de manası düşünüldüğünde hiç tesadüf değildi: “Allah’ın hediyesi”. Gerçekten de Bağdat, görenleri öylesine tesiri altına alıyordu ki insanlar karşılarındaki manzarada “ilahî bir müdahale”nin olduğundan emin görünüyorlardı.

Yakubi’nin şahit olduğu dönemde, Bağdat, her yönden altın çağını yaşıyordu. Sokaklar kaldırımlarla döşenmiş, şehrin her yeri hamamlarla ve çeşmelerle donatılmış, evlerin göz alıcı mimarisindeki güzellik dönemin bilinen sınırlarını zorlar hâle gelmişti. Ticaretin getirdiği muazzam ekonomik servet, Bağdat’ta âdeta somut olarak elle tutulur durumdaydı. Halkının kılık kıyafetinden devlet adamlarının debdebesine, her şey “imparatorluk başkenti” tanımına tıpatıp uyuyordu. Bu dönemde derlenen “1001 Gece Masalları”, Bağdat’ın yaşadığı muhteşem devri tam olarak tasvir
ediyordu.

Halife Ebu Cafer Mansur, sadece mimari olarak değil fikrî olarak da başkentin temellerini sağlamlaştırmıştı. Onun döneminde küçük adımlarla başlayan tercüme faaliyetleri, sonraki halifelerin çabalarıyla kurumsal şekle büründü. “Beytülhikme” (Hikmet evi) adıyla kurulan bu tercüme merkezinde Latince, Rumca, Süryanice, Sanskritçe ve Çince dillerinden çok sayıda eser Arapçaya çevrilerek Abbasî İmparatorluğu’nun düşünsel ufku genişletildi. Bağdat’ta kurulan münazara meclislerinde ilim adamları fikirlerini tartışırken, dünyanın dört bir yanından akademisyenler ve düşünce adamları Bağdat’a akın etti. O dönemde, Avrupa’dan gelenler bile vardı. Bağdat, sözü edilen zaman diliminde, 930’da Endülüs’teki Kurtuba’ya bu unvanını kaptırıncaya kadar “dünyanın en büyük şehri”ydi.

1000’li yılların başından itibaren Bağdat, bu ihtişamını yavaş yavaş yitirmeye başladı. Haçlı Seferleriyle Ortadoğu coğrafyasının merkezi Batılı Hristiyanların işgaline uğrarken, Bağdat da iç çekişmelere ve kabileler arasındaki rekabetin yıkıcı sonuçlarına sürüklendi. Ancak asıl öldürücü darbe, 10 Şubat 1258’de Hülagü komutasındaki Moğol orduları Bağdat’a girdiğinde yaşandı. Son Abbasî Halifesi Mustasim Billâh’ın da aralarında bulunduğu binlerce kişiyi katleden Moğollar, şehrin sulama sistemlerini ve çeşmelerini de kullanılamaz hâle getirdiler. Binalar yerle bir edilirken katliamdan canını kurtarabilen az sayıda insan da Bağdat’ı terk ederek başka yerlere göç etti. Bağdat efsanesi böylece -bir daha geri dönmemek üzere- tarihe karışıyordu. Osmanlılar tarafından 1533’te fethedildiğinde, manevi zenginliği ve metfun bulunan bazı İslam büyüklerinin mezarları dışında, Bağdat’tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı.

Uzun Osmanlı asırlarını huzur ve sükûnet içinde geçiren Bağdat, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının parçalanmasıyla oluşturulan devletlerden birinin, Irak’ın başkenti oldu.

Tarih boyunca, “Irak” adıyla müstakil bir devlet hiçbir zaman var olmamıştı. 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçiren İngilizler, petrol kuyularını garanti altına almak için, Irak topraklarını müstakil bir devlet hâline getirmeye karar verdiler. Böylece Musul, Bağdat ve Basra, etraflarındaki diğer küçük şehirlerle birlikte tek bir ülkenin sınırları içinde bir araya getirildi. Tarih boyunca birer eyalet olan Musul, Bağdat ve Basra, böylece aynı ülkenin şehirlerine dönüştü. Buralardaki farklı etnik ve dinî gruplar arasındaki ihtilaflar ise çözümlenmedi.

Konumu itibarıyla tarih boyunca sürekli istilaların ve yabancı güçlerin saldırılarının hedefinde bulunan Bağdat, ilim taliplerinin gözünden hiç düşmedi. Şehre bombaların yağdığı zamanlarda bile mescitlerinde ve medreselerinde kitap okunmaya devam etti, ilmî üretim hiçbir zaman durmadı. Geçtiğimiz yüzyıldan bu yana devam eden sürekli karmaşa, kaos ve saldırılar sırasında, bir yandan da çok önemli ilim adamları yetişti, çok kıymetli eserler kaleme alındı. Fıkıh üstadı Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, son dönemin büyük tarihçilerinden Tâhâ Bâkir, tefsirde Ahmed Hasen et-Tâhâ ilk akla gelen isimler... Ekonomik zorluklara, siyasi baskılara, yabancı işgaline ve başka türlü sıkıntılara rağmen, umut hâlâ diri ve taze.

İmam Ebu Hanifelerin, Cüneyd-i Bağdadilerin, İbn Cerîr et-Taberilerin yetiştiği ve talebe yetiştirdiği Bağdat, geçirdiği bütün yıkıma ve yaşadığı onca mihnete rağmen, hâlâ İslam medeniyetinin beşiği ve incisi olmayı sürdürüyor. “Esenlik şehri” olarak kurulan, ancak uzun tarihi boyunca esenlik ve huzuru sadece belli dönemlerde tadabilen Bağdat, yine de İslam medeniyetinin parlak ve yüksek burçlarından biri olmaya devam ediyor. Ve görüp duyabilene, bağrında sakladığı olağanüstü hikâyeleri hâlâ anlatıyor...