Makale

PEYGAMBERİMİZE ADANMIŞ DİZELER

PEYGAMBERİMİZE ADANMIŞ DİZELER

Zeynep Demir

Klasik Türk edebiyatının belirgin özelliklerinden biri de tema olarak dinî kültüre yer vermesi, İslami öğelerin her dem edebi türler içerisinde yer bulmasıdır. Kaleme alınan mensur ya da manzum eserlerde dinî konular terennüm edilmiştir.
Necip milletimizin Hz. Muhammed’e (s.a.s.) duyduğu sevgi ve hürmet, sanatın diğer bütün dallarında olduğu gibi edebiyatımızda da makes bulmuş, Türk edebiyatında kalem oynatan yüzlerce şair, Hz. Peygamber’in şefaatine de mazhar olmak arzusuyla naatlar yazmışlardır.
Hz. Peygamber için kaleme alınan şiirlere naat adının verilmesi, onun gönüllerdeki yerinin her dem taze olduğunun göstergesidir. Naat, anlam itibariyle bir kimsede bulunan özellikleri nesir formunda dile getirmektir. Peygamberler, devlet büyükleri, dört halife için yazılan şiirler naat geleneği içinde telakki edilmiştir. Fakat kültürümüzde bu kelimenin sahip olduğu anlam Hz. Peygamber’e has kılınmış, onun üstün vasıflarını anlatan şiirler naat olarak isimlendirilmiştir.
Arap edebiyatında ise Hz. Muhammed (s.a.s.) için kaleme alınan şiirlere “medhiye” denilir. Burada isimlendirme yapılırken hassas bir düşüncenin, incelikli bir nezaketin hâkim olduğunu görürüz. Zira bir insanın vefatından sonra onun meziyetlerini anlatmak için yazılan şiirlere ağıt, mersiye gibi isimler verilirken Peygamber Efendimiz için yazılanlara naat yahut medhiye denilmesi onun sünnetinin daima örnek alınması gerektiği, hayatla bağlantılı olduğu telakkisini uyandırır.
Kalem erbabını naat yazmaya sevk eden amillerin başında hiç şüphesiz Peygamber sevgisi ve onun şefaatine nail olabilme arzusu gelmektedir. Naatlar, Peygamber övgüsü ile vücut bulurlar. Zira her mümin, gönlü Hz. Muhammed (s.a.s.) muhabbetiyle dolu bir âşık, Peygamber Efendimiz de hakiki maşuktur. Şair, kalemini onun mübarek vasıflarını anlatmak için eline alır ve böylelikle ona bağlılığına kalemini de şahit tutar.
Edipleri naat yazma konusunda teşvik eden bir diğer amil, İslam dinini yayma ve sevdirme arzularıdır. Bu çaba Müslüman şairlerin yazınlarını beslemiş, özellikle Yaradan’a ve O’nun Habibine dikkatlerini yoğunlaştırmıştır. Bu bağlamda da peygamberle ilgili edebî eserler literatürde kendine oldukça geniş bir yer açmış, doğudan Hz. Peygamber (s.a.s.) için yazılan naatlar ise müstakil bir form olarak edebiyat havzasının içinde bir alan oluşturmuştur.
İlk naat örneğinin Asrısaadet’te kaleme alındığı ve A’şa’ya (Meymün b. Kays ö.629?) ait olduğu söylenir. “Şuara’ü’n-Nebl” olarak tanınan Abdullah b. Revaha (ö. 629), Ka’b b. Malik (ö. 670), Hassan b. Sabit (ö. 680?) ile Amir b. Sinan (İbnü’l-Ekva, ö. 628) ve Abdullah bin Abbas (ö. 687-8) Arap edebiyatının ilk naat şairleridir.”1
İslam coğrafyasında en bilinen naat ise Mısırlı sufi ve şair Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin Hz. Peygamber için yazdığı Kasîdetü’l-bürde’dir. On bölümden oluşan kaside, nesîb bölümüyle başlar. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mübarek yaşamı doğumundan itibaren övgü ile anlatılır. Peygamber’in (s.a.s.) üstün vasıfları sıralanır. Yine onun dilinden öğrenilen ilahi kelamın faziletlerine değinilir. Kaside, dua ve niyaz bölümleriyle nihayete erer. İslâm dünyasında Kasîdetü’l-bürde kadar meşhur olmuş, üzerine şerhler yazılmış, özel gün ve gecelerde okunmuş bir başka kaside yoktur.2
Türk edebiyatında ise ilk naat örneği, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde yer alır. Mevlana’nın dilinden farsça, Yunus’un dilinden Türkçe dökülen mısralar, okuyanların gönlüne işler. Ardından nice şair bu geleneği günümüze dek taşır. Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l-Hakayik ve Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet adlı eserlerini de bu türün uzağında düşünemeyiz. Ahmet Yesevi Divan-ı Hikmet’inde bütün yazınını Allah, Peygamber ve insan sevgisi üzerine inşa eder. Onun için Hz. Peygamber’i (s.a.s.) sevmek, hakiki manada onu tanımak ve sünnetine uymakla mümkündür. Bu nedenle her fırsatta kalemini kullanarak insanları ona uymaya, sünnetini yaşamaya çağırır.
Divan edebiyatında naat, divan sahipleri ediplerin eserlerinde tevhid ve münacaattan sonra gelir. İçeriğinde genel olarak ayet ve hadisler ışığında Peygamber’in (s.a.s.) isim ve sıfatları, onun fiziksel özelliklerinin yanı sıra üstün ahlakı anlatılır. Bu anlatılarda siyer bilgilerine de geniş olarak yer verildiği görülür. Peygamber’in (s.a.s.) hicreti, verdiği mücadele de etkili bir şekilde işlenir. Bütün bu değinilerin merkezinde yer alan ise Peygamber’e duyulan sevgi ve özlemdir.
Divan edebiyatı havzasında naat türünün meşhur örneklerine baktığımızda Fuzuli’nin Su Kasidesi’ni ve Galib’in “Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim, Haktan bize sultan-ı mü’eyyedsin efendim” beyitiyle zihinlerimizde yer edinmiş naatını anmadan geçemeyiz.
Fuzuli, Peygamber’e duyduğu aşktaki inceliği ve deruni anlamları kasidesinde çok güzel bir şekilde yansıtmıştır. Peygamber sevgisini lirik bir tarzda dile getirmiş, ona bağlılığını aşikâr etmiştir. Konu Peygamber olunca divan şiirini besleyen aşk hakiki hüviyetine kavuşmuştur. Öyle ki Fuzuli gönlünde Peygamber’e duyduğu derin sevgiden dolayı yanan ateşe gözyaşlarının fayda vermeyeceğiyle başlar söze:
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su”
Tanzimat sonrası Türk şiirinde naat geleneği güçlü bir şekilde varlığını sürdürmeye devam eder. Ziya Paşa, Muallim Naci, Recaizâde Mahmut Ekrem, Hüseyin Siret, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya naat yazan güçlü kalemlerdir. Bu dönemde naat, muhteva açısından geleneksel anlayışa bağlı kalsa da biçim yönünden değişime uğramıştır. Dil ve üslup olarak yeni bir kimlikle okurun karşısına çıkmıştır.
Özellikle Arif Nihat Asya’nın “Seccaden kumlardı…” diye başlayan naatı büyük ilgi görmüş, duru Türkçesiyle dimağlara nakşolmuştur. Asya’nın dizelerinde o, “düşkünlerin kanadı”, “yoksulların sahibi”, “Abdullah’ın yetimi”, “Âmine’nin emaneti”, “Hadîce’nin koncası”, “Âişe’nin gülü”, “ümmetin gözbebeği”dir.
O, müminin kalbine öylesine sirayet etmiştir ki, onun adı ancak güzelliklerle anılır. Nice sanatkâr ondan aldığı ilhamla sanatlarını icra eder.
Yeni Türk edebiyatında, geleneksel form ve temalardan uzaklaşılsa da naat her zaman şairlerin kaleminde ayrı bir yer tutmuş, biçimsel manada büyük bir değişim gösterse dahi Peygamber’i (s.a.s.) şiirle sevmek Türk ediplerinin vazgeçilmezi olmuştur. Turgut Uyar, Erdem Beyazıt, İsmet Özel, Bahattin Karakoç, Nurullah Genç, Ali Ulvi Kurucu, Yaman Dede, Hüsrev Hatemi, M. Akif İnan, Bestami Yazgan ve niceleri… Naat geleneğini yeni form ve biçimlerde sürdüren çağdaş şairlerden sadece birkaçı.
Şairlerin gönlünden kopup gelen naatlar yalnızca edebî bir gelenek içinde kalmamış, hattatların elinde görsel bir şölene, müzehhiplerin fırçalarıyla bezenerek ise birer serlevhaya dönüşmüştür. Musikişinasların sazlarında notaya bürünmüş, hanendelerin dilinde terennüm edilmiştir. Öyle ki cami ve tekkelerde bu türün kıymetli örnekleri her dem okunarak Müslümanların kalbine dokunmuştur.

Vicdanlar, sakat çıkmadan,
Ya MUHAMMED, yarına;
İyiliklerle gel, güzelliklerle gel
Adem oğullarına!
Yüreklerden taşsın
Yine, imanlar!
Itri, bestelesin Tekbir’ini;
Evliya okusun Kur’an’lar!
Ve Kur’an’ı göz nuruyla çoğaltsın
Kayışzade Osman’lar!
Naatını Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
Çarpılsın, hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!
Gel, Ey MUHAMMED, bahardır.
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır! ..
Hacdan döner gibi gel;
Mirac’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!

Arif Nihat Asya

1 Emine Yeniterzi, “Bir Edebî Tür Olarak Naatlar”, Mevlid ve Süleyman Çelebi, Ankara: TDV, 2010, s. 91.
2 Mahmut Kaya, “Kasîdetü’l-bürde”, TDV İslam Ansiklopedisi