Makale

Mısır Kokusu

Mısır Kokusu

Büşra Küçüksucu

Yaşlı adam, elinde içi meyve ve sebzelerle dolu pazar poşetleri, uzun asfalt yokuştan aşağı doğru iniyordu. Güneşin altında parlayan beyaz saçları, kısılan gözlerinin mavisiyle bütünleştiğinde gençliğinde buğday sarısı göz kamaştıran saçlara sahip olduğu belli oluyordu. Yol boyu, hayatın bazı dönemlerinin yokuş çıkmak kadar zor, bazı dönemlerinin ise yokuş inmek kadar kolay olduğunu düşündü. 67 senelik ömrünün ardından, hayatının gençlik ve ihtiyarlıktan oluşan iki döneminden edindiği yüzlerce tecrübeyle yokuş ve inişlerin gençlik ya da ihtiyarlıkla ilgili olmadığına, ömrün her anında zorluk ve kolaylığın kol kola yürüyen iki arkadaş olduğuna karar verdi. İnşirah suresindeki ayet aklına geldi birden, her zorlukla beraber bir kolaylık vardı.
Sağ elinde sıkı sıkı tuttuğu şeffaf mısır poşetine gülümseyerek sevgi dolu bir nazarla baktı: “Altın saçlı güzel torunum, süt mısır haşlamasını pek de sever. Belki bu hafta sonu gelirler de ona ellerimle mısır pişiririm. Annesi de çocukluğundan beri közde mısır severdi. Arka bahçede mangal yakar ona da közde pişiririm.” Yaşlı adam kızının çocukluk döneminden bu yana her yaz mevsimine geçişte heyecanla pazara gider, pazara gelen ilk mısırları alırdı. Çünkü küçük kızı, bütün bir kış boyunca taze süt mısırların özlemini çekerdi. Biraz duraklayıp cebinden çıkardığı mendille alnını sildi: “Mahalledeki bütün çocuklar çilek sever, beklerken bizimki de mısır beklerdi işte.” deyip gülümsedi. Gençlik döneminde, maaşı yatar yatmaz pazar tezgâhlarında kızı için mısır aradığı günleri anımsadı.
Ağrıyan dizlerinin verdiği uyarılarla ne kadar yorulduğunun farkına vararak biraz soluklanıp yola devam etmek amacıyla birkaç metre ilerideki otobüs durağında kenarda boş kalan yere oturdu. Muhabbet etmek için şöyle bir etrafına bakındı ancak herkes kendi dünyasındaydı. Görünen o ki kendi iç sesiyle konuşmaya devam edecekti. Birden gökyüzünde ani bir şimşek ışığı gördü. “Ah!” dedi “Yağmur geliyor.” Hemen ardından da gök gürültüsü duyuldu. Yokuşu ağır ağır çıkmak âdeti olan otobüs de yolun başında belirmişti. Otobüsü görünce bekleyenler sevinerek hareketlendiler, kısa sürede belli bir nizam içinde otobüse binmek için dizildiler. Yaşlı adam yağmura yakalanmadan evine gitmek için yerinden doğruldu. Otobüs de yolcularını yüklenip yoluna devam etti. Tam kaldırımdan aşağı adım attığı anda yağmur, toprağa kavuşmak için acelesi varmış gibi hızla gökyüzünden aşağı indi. Hemen adımını geri atarak durağın yağmur girmeyen en köşe yerine sığındı. O an otobüse binmeyip yürümeyi seçtiği için kısa süreli bir pişmanlık duydu. Hemen ardından “Neyse bakalım, yaz yağmuru, hemen geçer. Üstelik bugün yağmurdan nasibimiz vardır belki.” diye düşündü. Küçük siyah cep telefonunu çıkarıp ümitle ekranına baktı. “Gelseler muhakkak ararlardı,” dedi. Bir süre yağmurun hızla yeryüzüne inip sert bir şekilde asfalta çarpmasını izledi. Sonra yer yer rengi değişmiş kahverengi deri kordonlu saatine bakarak: “Daha erken… Böyle tatil günlerinde geç kalkar onlar.” diye söylendi. Yağmur, başladığı hızla dinmişti. Yokuşun kalan kısmını güçlükle çıktı. Köşeyi dönerken çiçekçinin önünde durdu: “Nazife’min sevdiği papatyalardan ver Ahmet.” dedi. Çiçekçi gülümseyerek iri papatyaların olduğu büyük vazodan tek tek almaya başladı. Yaşlı adam sert bir sesle uyardı. “Ahmet! Nazife’min sevdiklerinden olsun dedim. Biliyorsun ortası yeşilimsi olanları sevmez. Onlar yapay gibi gelir. Ortası sapsarı olan papatyalardan koy.” “Tamam, abi.” diyerek elindeki çiçekleri vazoya geri bırakan çiçekçi, dükkâna girdi. Beş dakika sonra elinde bir buketle kapıdan çıktı. Tam istediği gibi beyaz yaprakların ortası sapsarıydı. Yaşlı adam cüzdanını çıkardığında çiçekçi: “Bu hafta da Nazife Teyze’nin çiçekleri bizden olsun.” dedi. “Yok.” dedi yaşlı adam. Dükkânın önündeki küçük masanın üzerine çiçeğin ücretini bırakarak yüzündeki saadetle hemen iki metre ilerideki bahçeli evine girdi. Demir kapının üzerinden sarkan acemborusu çiçekleri, yaşlı adamı mis gibi kokularıyla karşıladılar. Eve girmesinin ardından selam vererek elindeki poşetleri girişin hemen yanında bulunan mutfağa bıraktı. Salona geçerek pencerenin yanına kurulmuş olan tek kişilik yatağın başındaki vazodan solmaya başlayan papatyaları çıkararak elindeki taze papatyaları yerleştirdi: “Sevdiğin gibi Nazife’m mis gibi kokuyorlar.” dedi yatağa bakarak. Sonra devam etti: “Bugün gelirler mi ne dersin? Ben mısırı pişireyim belki kokusunu duyup gelirler.” diyerek güldü yaşlı adam.
Mutfağa gidip çelik tencerelerin en büyüğünü arka taraftan dikkatle çıkardı. Mısırları büyük bir özveriyle soyup hazırladıktan sonra pişmeye bırakarak yeniden salona geçti. “İnşallah bugün mısırları sokakta oyun oynayan çocuklara dağıtmak zorunda kalmayız.” dedi. Yavaşça yatağın başındaki berjere kurularak gazeteyi eline aldı. Bakışları gözlüğün ardındaki satırların üzerinde sürekli gidip geliyordu. Birkaç defa üst üste aynı cümleyi okuduğu oldu. Aklını bir türlü toplayamıyordu. Biraz sonra mısırın kendine has kokusunun salona dolmasıyla başını kaldırdı. Pencereden dışarı baktı. Kırmızı bir araba, turuncu çiçeklerin altına doğru park ediyordu. Gelenler; kızı, damadı ve biricik torunu Sevim’di. Sonra sevinç dolu bir sesle “Geldiler Nazife’m, geldiler!” diyerek salondan çıktı. Daha onlar zili çalmadan kapıyı açmıştı. Torunu Sevim, elinde örgü tavşanı, iki yandan bağlı sarı lüle saçlarıyla gülümsüyordu. “Dedeeeee!” diyerek bir elinde sıkıca kavradığı tavşanla beraber dedesine sarıldı. Yaşlı adam, torununu kucağına alıp ayakta bekleyen kızı ve damadını içeri buyur etti. Kapıda elinde siyah çantasıyla içeri geçmeyi bekleyen kızının gözleri kırmızı kırmızı olmuş ağlamaklıydı. Salona geçer geçmez pencerenin yanındaki beyaz nevresim serili yatağa baktı, yanaklarından yaşlar süzüldü. Yaşlı adamın damadı, Sevim’i alarak küçük odaya geçti. Kızı yaşlı adama sarılarak: “Onu çok özlüyorum baba… Gittiğinden beri kendimi çok yalnız, çaresiz ve yorgun hissediyorum. Oysa annemin bir bakışı, benim tüm yorgunluğumu alıyormuş.” dedi. Yaşlı adam kızının sırtını teskin edici bir dokunuşla sıvazladıktan sonra onu usulca koltuğa oturttu.
Kızı devam etti: “İnsanları anlayamıyorum baba. Annem herkes tarafından çok sevilen, herkesi idare edebilen, insanların yaralarını saran mükemmel bir insandı. Söyler misin benim işim idarecilik olduğu hâlde ben niye bunu yapamıyorum?” Yaşlı adam mavi gözlerinin en derinlerinden sevgi dolu bir bakışla baktı. Kızı o şifalı bakışın sıcaklığını öyle hissetti ki içindeki tüm buzların eridiğini hissetti. Yaşlı adam konuşmaya başladı: “Evladım. Bugün otobüs durağında yaşadığım bir hadiseyle annenin insanlar tarafından nasıl bu kadar çok sevildiğini, nasıl herkesi idare edebildiğini anladım. Sana da anlatayım… O, bir deniz gibi kuşatıcıydı. İnsanların karakterleri gökyüzünde gerçekleşen hadiselere benzer. Gökyüzünde yağmur yağmadan önce şimşek çakar ve kuvvetli bir ışık belirir. Canlılar bu ışıktan rahatsız olarak korkarlar. Onlar sığınaklarına kaçarlarken deniz bu ışığı bağrına basar. Onun ardından kuvvetli bir şimşek sesi gelir, tüm canlılar bu kuvvetli sesten korkup kaçarken deniz ona güvenir. O hırçın yağmurları dalgalarının arasına alarak sakinleştirir. Canlılar ıslanmaktan korkarak sığınaklarına kaçarken deniz onunla bayram eder, bütünleşir, coşar.
İnsanlar da küçük bir kâinat. Kainatta olan her şeyin içimizde ya da bütünümüzde bir örneği vardır. Sesten önce görünen büyük ışık, görsel insanları temsil ediyor. Bu insanlar tıpkı bu ışık gibi her şeyden ve herkesten önce hareket ederek hayatlarını planlı ve geleceğe yönelik yaşıyorlar. Bazen bu hızları ve sistematik tarafları, çevrelerindeki insanların onlara yetişememesine ve kendilerini dışlanmış hissetmelerine sebep oluyor. Bunlar, hızlı düşünüp hızlı karar veren ve hızlı harekete geçen insanlar. Senin gibi…
Gök gürültüsü ise işitsel kabiliyeti yüksek olan insanları temsil ediyor. Bu insanlar; sözlere, kelimelere ve müziğe çok önem veriyorlar ve hayatları bir akış içinde ilerliyor. Seslerini her yerde duyuruyorlar. Mükemmel bir uyum içinde konuşarak etrafındakileri kendilerine hayran bırakabilme becerilerine sahipler. Bununla birlikte bazen fazla konuşmaları; çevrelerinin ve kendilerinin başını derde sokabiliyor.
Yağmur ise dokunsal insanları temsil ediyor. Herkesten sonra ağır ağır hareket eden, çok yavaş konuşan, yağmur gibi huzur veren insanlar… Bazen bu ağırkanlılıkları, etrafındakiler için sıkıcı olabiliyor. Mesela senin gibi görsel sisteme sahip bir insan için dokunsal biriyle çalışmak zor olmalı. Ancak kızım, sen dünyada bu üç temsil sitemine sahip insanı tüm eksik ve güzel yönleriyle kabullenip bağrına basarsan işte o zaman deniz gibi özlenen, aranan, huzur veren, insanların dertlerini alıp götüren, güçlü, gerçek bir umman olursun. İşte annenin yegâne sırrı buydu. Unutma kızım, iletişim ve insan kalbini kazanma yolunda başarılı olamazsan hiçbir başarın kabul görmez.”
Kızı yaşlı adamın boynuna sarılarak: “Çok teşekkür ederim baba. Ne kadar haklısın. Kalbimde kocaman bir rahatlık duyuyorum şimdi. Tüm insanları kuşatacak bir güç, sevgi hissediyorum. Ve etrafımdaki olan şeyleri daha kolay anlamlandırıyorum.”
Yaşlı adam vakarla yerinden kalktı: “Mısır… Pişmiş olmalı. Fazla pişerse tazeliğini yitirir. Her şey vaktinde güzel. Bekleyen şeyler, heyecan ve tazeliğini yitirir evladım.” diyerek mutfağa gitti. Kızı babasından aldığı inşirahla yüreğinde derin bir saadet hissederek annesinin boş yatağına baktı. İçinden neden sık sık buraya gelerek bu şifa ve tecrübe kaynağından faydalanmadığını düşündü. Nur yüzlü annesinin, yatağında ona gülümseyerek baktığını görebiliyordu. Yaşlı adam, elinde mis kokulu mısırlarla salona girdi: “Haydi buyurun!” diye seslenerek hayalini kurduğu anın tadını çıkardı. Küçük odadan gelen minik ayakların sesi dünyanın en güzel tınısıydı onun için…