Makale

Şahsiyet İnşasında Ödün ve Uzlaşı

Şahsiyet İnşasında Ödün ve Uzlaşı

Kaan H. Süleymanoğlu

İlgilerimiz, arzu ve isteklerimiz bizi biz yapan öznel yönelimlerimizdir. Onların tam olarak nasıl ve ne şekilde ortaya çıktıklarını bilemeyiz. Bildiğimiz şey, şahsiyetin ret ve tercihler etrafında oluştuğudur. İrade sahibi olmamız, bize ödül olarak özgürlüğü, ödev olarak da sorumluluğu getirir. Akıl baliğ olduğumuz andan itibaren seçimlerimiz, bizim için kadere dönüşür. Her şeyi onaylamak veya reddetmek sağlıklı bir insan davranışı değildir. Gündelik yaşamımızda karşımıza çıkan ihtimalleri eleyerek yaşamımızı ve kişiliğimizi bina ederiz. Bu süreç sadece kendimiz açısından değil, başkalarının gözünde de bizi tanımlayacak özet bilgiler ihtiva eder. Bir insanla ilgili bizdeki intiba, aslında onun sınırlarıyla ilgili bilgilerimizden oluşur. Neleri onaylayıp neleri reddettiği, neleri hoş gördüğü ve neleri hor gördüğü gibi kritik bilgiler, farkında olmadan muhatabımızla ilgili izlenimlerimizin kenar çizgilerini belirler.
Duygu, düşünce ve davranışlarımızdan taviz vermek anlamına gelen “ödün” kelimesi, kulağa hoş gelmeyebilir. Nitekim insanlar, çoğu kez ilke ve alışkanlıklarından ödün vermeyi kişiliksizleşme olarak algılarlar. Taviz, negatif çağrışımı yüksek bir kelime olarak sosyal hayatta sabıkalıdır. Çünkü bir insanın kendinden taviz vermeye başlaması durumunda bu söküğün nerede duracağıyla ilgili kimsenin fikri yoktur. Böylesi bir süreçte, psişik bir endişe, tavize eşlik edeceğinden taviz, huzur getirmesi gerekirken gittikçe daha derin huzursuzluklara sebep olacaktır.

Bu noktada önemli bir ayrım yapmamız elzem gözüküyor. “İlkelerimiz” diyerek sımsıkı koruduğumuz reflekslerin ne kadarı bir “değere” ne kadarı bir “takıntıya” yaslanıyor? Bunun farkına vardığımızda, her zaman korunacak olan “değerler” sımsıkı muhafaza edilecek ama onların pratik yaşama yansıması mesabesindeki “ilkeler” ihtiyaç duyulması durumunda revize edilecektir. Öte yandan kimse bir takıntıya sahip olduğunu kabullenmek istemez. Hâlbuki takıntılarımız bilinç dışının uçsuz bucaksız karanlığından beslenir ve bilimsel gelişmeler, onlarla ilgili buzdağının sadece görünen kısmına ulaşabilmiştir.
Bulanık yerleri seven takıntı, o meşhur “çocukluğuna dönmek” klişesinin bile kolayca yakalayamayacağı derin sularda yaşıyor. İnsanın oluşumu anne karnından bile gerideki süreçlerde; DNA, RNA gibi kalıtsal özelliklerin yaşamına dâhil olduğu evrelerde biçimlenmeye başlıyor. Şüphesiz bu, insanın iradesini elinden alıyor diyemeyiz. Fakat insan nasıl ki doğacağı ülkeyi kendisi seçemiyorsa, anne babasını seçemiyorsa; biyolojik ve psikolojik mirasını ve direnç seviyesini de seçemiyor. İşte bu süreçte taviz vermeden, ısrarla ve inatla savunduğumuz kimi alışkanlıklarımız gerçekte ne kadar bize ait, bunu sormamız icap ediyor. Bu cevaba el yordamıyla ulaşamayacağımız için de yaşamımızı dizayn ederken “değerler” ve “ilkeler” arasında kaçınılmaz bir ayrım ortaya koymamız gerekiyor.
Aslında insanın sosyal hayatta yer alması, onun sistematik biçimde verdiği ödünlerle mümkün olmaktadır. Yeme içme alışkanlıkları, oturup kalkma biçimi, ses düzeyi ve bunlara benzer pek çok eylemi, içinden geldiği gibi değil, kendinden önce inşa edilmiş olan toplumsal kabuller çerçevesinde var olur. Toplumla etkileşimin azaldığı örneklerde bencil ve kaba davranışlar artmaktadır. Ebeveynler, çocuklarında, kreş ya da ana sınıfı gibi zorunlu paylaşım gerektiren ortamlarda gözle görülür bir değişim yaşandığını gözlerler. Daha önce bencil davranışlar sergileyen çocuk başkalarıyla beraberken artık daha paylaşımcı, daha diğerkâm olmuştur. Otururken, kalkarken, oynarken veya bir ortamı paylaşırken tümüyle kendini merkeze koymak yerine herkesin isteklerinin kendini gerçekleştirebileceği bir uzlaşının parçası hâline gelmiştir.
Kreş örneğini yetişkinlerin yaşamlarına varıncaya kadar pek çok örnekle çoğaltabiliriz. Çünkü herkesin uzlaşı bilinci farklı olduğu için insanlar ileriki yaşlarda da karşılıklı etkileşime muhtaçtırlar. Bir arada yaşamanın başka yolu yoktur. O meşhur söz, hem yasalarla hem adabımuaşeretle sürekli kendini hatırlatır: İnsanın özgürlüğü, bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter. Aile içi ilişkilerden, okul ve iş çevresinde sergilenen davranışlara varıncaya kadar insan, neredeyse yaşamının tamamını ödün ve uzlaşı sarkacında kritik kararlar vererek inşa eder. Ödün vermek bizi insan kılar. İnsanlar birbirleriyle aynı evi, aynı sokağı, aynı iş yerini veya aynı şehri paylaşırken kendilerinden ödün vermek zorundadırlar. Aksi durumda kaos kaçınılmaz olacaktır. Ahlak yasaları, her şeyden önce bireye, içinden geldiği gibi değil, olması gerektiği gibi davranmasını öğütler. İçinden geldiği gibi davranmanın bizi nereye götüreceğinin garantisi yoktur.
Ödün, insani bir edimdir ve bundan sadece çocuklar ve akıldan mahrum canlılar muaf olabilir. Kimi zaman sağlıklı insanlar arasında da bu hakkı elde etmek isteyenler çıkabilecektir. Hayatlarını hiç ödün vermeden yaşamak isteyenlerin mottosu “Kendimden taviz veremem.” şeklinde ortaya çıkar. Bu kişiler tam bu noktada iki temel soruyla muhatap olmayı hak etmektedirler: Birincisi, “Gerçekte kendin ne kadar sana ait?” İkincisi, “Ya ben de kendimden taviz vermezsem?” Yani ödün vermemek hususunda kıskançlıkla muhafaza edilen duygu, düşünce ve alışkanlıklarımızın gerçekte ne kadarı bize aittir? Yoksa biyolojik ve psikolojik miras olarak bulduğumuz etkileri veya bir kısmını işlediğimiz psikolojik hammaddeleri, farkında olmadan kendimizle mi özgürleştirdik? Evet, bunun net bir cevabı yok. Ama en azından fıtratımız zannederek sımsıkı koruduğumuz pek çok duygu ve düşüncemizi yeniden gözden geçirmemize sebep olabilir. İkinci sorunun cevabı ise meseleyi daha net açıklamaktadır. Kim kendinden taviz verecek? Pek çok örnekten bilmekteyiz ki herkes kendinden taviz vermediği zaman, huzur kendinden taviz verecek ve kaos baş gösterecektir.
Evlilikler, insanların hayatında en belirgin ödün ve uzlaşı sahalarıdır. İki insan birbirini tanımış ve çevrelerinin oluruyla evlenmişlerdir. Evlilik, iki insan arasındaki ilişkinin nihai aşaması değil, başlangıç noktasıdır. Artık kişiler; günlerini, evlerini, arkadaşlıklarını, tatillerini, ilgilerini, hobilerini başka biriyle paylaşmak durumundadırlar. Kendileri de o güne kadar pek de haberdar olmadıkları birinin deneyim ve alışkanlıklarını yaşamlarının merkezinde bulacaklardır. Çiftler, zamanla karşılıklı olarak birbirlerini tanıyacak ve kimi zıt alışkanlıklarını aile mefhumunun ortak potasında eriteceklerdir. Burada ödünler, çiftin geleceğiyle ilgili hayati bir fonksiyon icra edecek, onların huzur içinde yaşamalarına zemin hazırlayacak uzlaşı atmosferini kendiliğinden yaratacaktır.
Meselenin bir de toplumlar arası boyutu vardır. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı, yaklaşık altmış milyon insanın ölümüne, daha fazlasının da yerinden yurdundan olmasına sebep olmuştur. Bu savaşlar temelde, ödün ve uzlaşı dengesini kuramayan güç merkezlerinin, hesabı milyonlarca insana çıkartması anlamına geliyordu. O büyük felaketlerin nihayetinde taraflar masaya oturmuşlardır. İnsanlık tarihi buna benzer acıklı örneklerle doludur. Kendi sınırlarını bilmeyen muhteris güçler, hep başka ülkelerden ödün beklemiş, dilediklerince at koşturmuş, sonunda bu akıl dışı tutumlarının hesabını topluca ödemişlerdir. Batı, yaralarını ödün ve uzlaşının imkânlarından yararlanarak sarmış, tarihten almış olduğu büyük ders sayesinde bugünkü birliğini oluşturmuştur. Yirminci yüzyıl, insanlar gibi ulusların da kaderinde ödün ve uzlaşı meselesinin hayati bir öneme sahip olduğuna dair sayısız örnekle kapanmıştır.
Bireysel ve toplumsal uzlaşının yegâne çaresi, empati ve hoşgörüdür. İnsanlar, muhataplarının duygu, bilgi ve görgü düzeylerini kavradıkları andan itibaren yaklaşımlarını artık bu verilere göre şekillendirmek durumundadırlar. Hoşgörü herhangi bir fikre ya da davranışa onay vermek anlamına gelmez. Aksine ona hayat hakkı vermek anlamına gelir. Hayat hakkı insanlar için olduğu kadar onların düşünceleri için de geçerlidir. Bir insanın şahsiyetini oluşturan alaşımın içinde en belirgin bölüm, onun düşünceleridir. Bize ne kadar uzak da olsalar onların yaşam hakkına saygı göstermemiz gerekir. Bu saygı, pozitif anlamda bir ödündür. Pek çok zaman bize karşı da gösterilmesine ihtiyaç duyarız. Hoşgörü, suyunu empatiden alır. Modern dünyada insanların hayatı daha çok iç içe geçtiği için empatiye daha çok ihtiyaç vardır. Alışkanlıklarımız, büyük kentlerde bizzat o kentin toplumsal kabulleri tarafından terbiye edilmektedir. Bu bir uzlaşı sürecidir. Bu uzlaşı sürecine, muhataplarımızı kırmadan, dökmeden, onlarla empati kanallarımızı açık tutarak, hoşgörü mekanizmamızı işleterek katkı sağlamak durumundayız. Unutmamamız gerekir ki ne dünyada en doğru düşünce bize ait olandır ne de en güzel davranış bizden sadır olandır. Bu peşin hükümlülükten kurtulduğumuz zaman, yukarıdaki örnekte olduğu gibi kendini hayatın merkezine oturtan çocuk gibi davranmaktan da kurtulmuş olacağız.