Makale

TARİHİ SEYRİ İÇİNDE HUTBELER

TARİHİ SEYRİ İÇİNDE HUTBELER

Dr. Mehmet BULUT

DİB Başkanlık Müşaviri

“Siz hiç camilerimizde teganniyle Arapça okunan bir hutbe dinlediniz mi? Konuları, ‘Muharremü’l-Haram, Saferu’l-Hayr, Rebiü’l-Evvel…’ diye kameri ay adlarına göre belirlenmiş hutbe mecmuaları gördünüz mü” diye sorsam? Sanırım birinci soruya ancak yaşı 75-80’i geçmiş hürmetli insanlarımız “Evet.” diyebilir; ikincisine ise meraklıları ve alanda araştırma yapanlar…

Evet, memleketimizde Cumhuriyet’e kadar büyük çoğunlukla, 1950’li yıllara kadar da kısmen cuma ve bayram hutbeleri Arapça okundu. Ancak, önce bu “Arapça okundu” ifadesine bir açıklık getirmemiz gerekiyor. Bunu derken, seçilen hutbe konusuna ilişkin, öyle birkaç sayfayı bulan Arapça bir hitabede bulunulduğu sanılmamalı. Konuya dair bir-iki ayet veya bir-iki hadis, mevzunun -ki çoğunlukla kameri aylar teşkil ediyordu- faziletlerini ifade eden birkaç cümle ve ağırlıklı olarak dua ibarelerinden oluşan kısa metinler… Bu sebepledir ki 80-100 sayfalık bir mecmuada 50-60 hutbe bulunabilmekte. Genelde secili, şiirimsi bir şekilde yazılmış bu metinleri birçok hatip, belli bir teganni ile okuyordu. Nitekim Reisliğin daha kuruluş yıllarında, bazı mebuslar, hutbelerin böyle teganni ile okunması geleneğinden vazgeçilmesi için Reislikten ricada bulunmuştu.

Tabii, okunan hutbeleri değil cemaat yeterli donanıma sahip olamayan imam-hatipler bile anlamıyordu. Nitekim 1925 yılında hutbe konusu Türkiye Büyük Millet Meclisinde gündeme geldiğinde, Reisliği temsilen Mecliste bulunan ve o yıllarda Müşavere Heyeti azası olan merhum A. Hamdi Akseki, bu durumu, “...Hakikaten ehli olanlar birçok yerde Türkçe hutbe okuyorlar, halkı tenvir ediyorlar. Fakat bir kısmı da vardır ki yirmi, otuz kuruş maaşla istihdam edilirler. Bunlar Türkçeyi de beceremezler, Arapçayı da beceremezler. Yalnız ellerinde bir mecmua vardır, onu da yüzüne okuyorlar. (...)” sözleriyle acı bir şekilde dile getirmişti.

Genel kanaat, ecdadımızın hutbe konusuna yeterli ihtimamı göstermedikleri, hutbeleri etkili bir irşat vasıtası hâline getirmekte ihmalkâr davrandıkları noktasındadır. Bu keyfiyet, Osmanlının son dönemlerinde ve geçen yüzyılın başında İslam mütefekkirlerince de dile getirilmişti. Mesela, Akseki merhumun hazırladığı “Yeni Hutbelerim” adlı iki ciltlik kitabın baskı tashihlerini de yapan Prof. Kamil Miras tarafından kaleme alınan ve sözü edilen eserin sonuna eklenen “Yeni Hutbelerim Hakkında Duyduklarım” başlıklı yazısında şöyle demekteydi: “Bizde hutbe ve hitabet Cumhuriyet devrine kadar en çok ihmal edilmiş bir mesele idi. Senelerce hutbe ve hitabet namına hatiplerin ellerinde dönüp dolaşan ve kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen bir mecmua vardı ki başlıca mündericatı Arabi ayların fezailini talim için yazılmış hutbelerden ibaret idi. (…) Uzak, yakın ilmi tarihimiz gözden geçirilsin, birçok âlim, allâmeler gelmiş, geçmiş, muazzam eserler yazmışlar, fakat hiçbirisi İslam ümmetinin bu haftalık ruhî gıdasını düşünmemiştir. Bu babda ilk hatıra gelen şey, hutbe tahririnin küçük görülmüş olmasıdır. Hatanın esası, menşei de burasıdır…”

Kuşkusuz dönemde, Akseki’nin de ifade ettiği gibi ehil olanlar, hutbenin mevize kısmını Türkçe irat edebiliyorlardı, bunun basına yansıyan örnekleri de vardı. Mesela Reisliğin kuruluşundan önce, Kırımîzade İsmail Sıdkî, Silistre Bayraklı Camii’nde Ramazan Bayramında hutbenin meviza kısmını Türkçe olarak irat etmiş ve bu hutbe “Türkçe Hutbe” başlığıyla Ekim 1921’de Sebilürreşad dergisinde yayınlanmıştı ki tertip ve muhteva itibarıyla günümüzdeki hutbelerle benzerlik gösterir.

Burada, hutbelerin Arapça okunması meselesine bir paragraf daha açmam gerekir. Sözü edilen süreçte, mevize kısımları da dâhil hutbenin tamamen Arapça okunmasını, dönemin yetkililerinin büsbütün dar görüşlülüğüne, vukufsuzluğuna bağlamak da haksızlık olur. Bunun altında yatan bazı sebepler vardı kuşkusuz, burada sadece ikisine kısaca işaret etmek isterim. Birincisi, Osmanlı ecdadımızın sünnet-i seniyyeye samimi bağlılığıdır; yani, “Mademki Efendimiz hutbeyi Arapça okumuştur, biz de ona ittibaen Arapça okumalıyız.” hassasiyetidir. Sırf bu yaklaşımdan olmalı ki Reisliğin kuruluşundan önce, hutbelerin Türkçe okunmasına dair Ekim 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne verilen kanun teklifi, Şer’iyye Encümenince reddedilmişti. İkincisi ise -ki bu, makalemizin konusu dışında kalan fıkhî bir meseledir- mevize kısmı Türkçe verilen hutbelerde, hutbenin şartlarından olan zikir (tahmid/tehlil/tesbih) rüknünün yerine getirilmediği doğrultusunda zaman zaman izhar edilen kuşkulardır. Nitekim 1950’de bile, bir müftülükten Reisliğe gönderilen bir yazıda, Reislikçe hazırlanmış Türkçe hutbelerinin, tertip tarzları itibarıyla sözü edilen rüknü yerine getirmediği endişesi ileri sürülmüş; ancak bu yazı için Müşavere Heyetince hazırlanan mütalaada, İmam Azam ve İmameyn’in hutbede zikir miktarı konusundaki görüşlerine kısaca yer verilerek Başkanlıkça hazırlanan hutbelerde hamdele, salvele, ayet ve hadislerle bu şartın kesinlikle sağlandığı, mevize kısmının halkın anlayacağı dille verilmesiyle de hutbenin tekemmül ettirildiği kaydedilmişti.

Kaldı ki ecdadımız bu eksiklik için de bir tedbir düşünmüş, hutbenin tamamen Arapça okunduğu yıllarda, büyük şehirlerin selatin camilerinde, Arapça okunan hutbeyi cuma namazından sonra Türkçe olarak cemaate izah eden ve “kürsü şeyhi/cuma vaizi” diye adlandırılan görevliler tayin etmişti. Ne ki bu belli başlı camilere has sınırlı kalmış bir tedbirdi.

Çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz, Reislikçe bir tefsir ve hadis tercümesi hazırlatılması teşebbüsünde olduğu gibi camilerde okunan hutbelere yeni bir çekidüzen verilmesi ve Reislikçe bir hutbe mecmuası hazırlatılması doğrultusunda da ilk adım, yine Büyük Millet Meclisince atıldı. Diyanet İşleri Reisliğinin 21 Şubat 1925’te görüşülen bütçesi sırasında, Meclis Başkanlığına verilen bir önerge ile hutbelerin Türkçe okunması, bunu sağlamak amacıyla Diyanet İşleri Reisliğince müsabaka yoluyla bir Türkçe hutbe mecmuasının tertip ve neşredilmesi ve bu hutbelerin camilerde okunmasının mecburi tutulması teklif edildi. Bu teklifin altında, Çankırı mebusları Talat Efendi (Ahmet Talat Onay) ve Ziya Bey’in (Yusuf Ziya İsfendiyaroğlu) imzalarının olduğunu da belirtmiş olalım. Bu teklif, konuya ilgi duyan mebuslarca desteklenmişti. Mesela, hutbenin, cemaate karşı ifası lazım gelen birtakım emirleri ve terkedilmesi gereken birtakım nehiyleri tebliğ etmekten ibaret olduğunu belirten Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi, hutbenin nasihat kısmının halkın anlayacağı dilde verilmesinin çok yerinde olacağını, ancak hutbelerden beklenen faydanın temini için sadece hutbe mecmuası hazırlamanın yeterli olmayacağı, ayrıca hatiplerin etkili hutbe okuyacak hâle ifrağının da gerekli olduğunu söylemişti.

Denizli Mebusu Mazhar Müfid Bey, hutbenin tamamen Arapça okunması durumunda cemaatin onu sadece hürmeten dinleyeceğini, ama anlayabileceği bir lisanla okunduğunda ayrıca kalbinde bir cezbe de husûle getireceğini belirtmişti. Hutbede nasihat kısmının ülkemizde Türkçe olması gereğinden söz eden Karesi Mebusu Vehbi Bey ise peygamberlerin ümmetine kendi dilleriyle hitap ettiğine dikkat çekmişti.

Bu bütçe müzakerelerini takip eden Ahmed Hamdi Efendi, hutbeler konusundaki görüş ve tenkitleri de cevaplamıştı. Az sayıdaki ehil hatibin hutbelerde Türkçe nasihatte bulunabildiğini hatırlatan Akseki, hutbelerin nasihat kısmının Türkçe verilememesinin en önemli sebeplerinden birinin, o yıllar itibarıyla hatiplerin maaşlarının çok cüzi olduğuna bağlamıştı. Ona göre, eğer hatiplerin maaşları artırılırsa, Reislik de “adamakıllı” hatipler istihdam eder ve hutbeleri Türkçe okumaları için onlara gerekli talimatı verir.

Burada bir hususu açıklamakta yarar görüyorum: Bu yıllarda (1925-1927), “Hutbenin Türkçe okunması talebinden anlaşılan şey, Rifat Efendi’nin aşağıda yer alan sözlerinde de ifade edildiği gibi, cuma ve bayram hutbelerinde “mevize” denilen ve cemaati dinî konularda aydınlatan nasihat kısmının Türkçe okunmasıdır ve bu hususun, 1930’lu yıllarda ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi teşebbüsleri çerçevesinde hutbenin tamamının Türkçe okutulması isteğiyle alakası bulunmamaktadır.

Meclisin kararı doğrultusunda, Reis Rifat imzasıyla müftülüklere gönderilen 4 Haziran 1341/1925 tarih ve 3955/642 sayılı tamimde, Reisliğin, hutbenin okunuş tarzında yeni bir uygulama başlatmaya karar verdiğini, bunun temini için de görevliler arasında bir hutbe yazma müsabakası açtığını duyurdu. Şöyle deniyordu genelgede:

“Hutbeden maksat, Cenab-ı Allah’a hamd ü sena, vahdaniyet-i ilahiyyesini ikrar, Hazreti Muhammed Sallallahi aleyhi ve sellem Efendimizin hem Allah’ın kulu hem de Resulü olduğuna şehadet etmek, insanlara Allah’a ve Resulüne itaat etmek lüzumunu hatırlatmak ve hilafına hareketten tahzir etmek, kavaid-i İslamiye ve umur-i mühimmeyi talim ve tebliğ etmek olduğu nazarı dikkate alınarak bu maksadın tamamiyle husule gelmesi için hutbelerin tarzında biraz tadilat yapmak zarureti hâsıl olmuş ve bunun için de bervechi ati tarifat dairesinde bir hutbe mecmuası yazılmak karargir olmuştur.

Birinci ve ikinci hutbelerde hamd ü sena, salat u selam yine Arabi olarak ifa edilmekle beraber vasiyet ve mev’ize kısmında başka bir şey okunmayarak itikadat, ibadat, ahlâk, sa’y u amel, iktisat hakkında her hafta bir veyahut müteaddit ayat-ı kerime ve hadis-i sahiha okunduktan sonra bunlar sade ve beliğ bir ifade ile Türkçe ’ye tercüme ve izah olunacak; sonra Türkçe güzel ve müfid bir dua yapılacak; daha sonra yalnız ‘İnnellahe ye’muru bi’l-adl...’ ayet-i kerimesiyle hutbeye nihayet verilecektir. Bu şekil, hutbedeki maksadın husulüne daha ziyade hadim olacağından tarifat-ı anife dâhilinde tertip edilecek hutbelerin nihayet-i Teşrini Evvel ibtidasına kadar Riyasete gönderilmesi ve tertip edilen hutbelerden Heyet-i Müşaverece bittetkik tercih edilecek hutbe için sahibine münasip bir mükâfat verileceği tamimen beyan olunur.”

Reislik, Meclisçe kararlaştırılan ve hazırlanıp basımı için özel ödenek ayrılan hutbe mecmuasını 1927 yılında yayımladı. Ancak, sözü edilen genelge üzerine taşradan görevlilerce hutbe metni gönderilip gönderilmediği, gönderildiyse değerlendirilip değerlendirilmediği konusunda malumata sahip değiliz. Zann-ı galibimize göre, metinler bizzat Müşavere Heyeti azası Akseki tarafından hazırlanmış olmalı.

Hutbenin mevize kısmının ülkemizde Türkçe verilmesinin taşıdığı önem, Reislikçe yayımlanan söz konusu Türkçe Hutbe mecmuasında, Reis Rifat Efendi imzasıyla neşredilen “Mukaddime”de şöyle dile getirilmişti:

“…Hutbeler, zikrullahı muhtevi bir ibadettir. Bununla beraber hutbeler, ehl-i İslam’ın, cemaat-i Müsliminin intibahına vesile olacak mevaizi de muhtevi bulunacaktır. (...) Mevize kısmında muktezâ-yı hâle göre halka dünyevî ve uhrevî muhtaç oldukları şeyler teşrih edilecek, ahkâm ve âdâb-ı İslamiye kendilerine anlatılacaktır. (…) Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbelerdeki mevizelerden müstefit olmak isteyen ve lisan-ı Arabi’ye vakıf olmayan Müslümanların şu dindarane emeline imkân vermemektedir. Binaenaleyh, hem mezahib-i âliye-i İslamiyeye ve elyevm Müslimin beyninde câri icma-i ameliyeye muhalefet etmemek, hem de temenni edilen gayeyi elde edebilmek için hutbelerin ‘zikrullah, salât u selâm’ gibi erkânı müştemil olan kısmı lisan-ı dinî olan Arabi ile eda edilerek erkân-ı hutbe tamam olduktan sonra mevize kısmının memleketimizde Türkçe okunması, daha doğrusu okunan âyât-ı kerime ve hadis-i şerife meallerinin Türkçe izah edilmesi muvafık görülmüş(tür)”.

Kuruluşundan itibaren Reislik bazı haftalar için hutbe konusu belirlemiş, belirlenen konuya ilişkin müftülüklere bazen metinler de göndermiştir. Bu belirlemede, dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının da müessir olduğu kuşkusuzdur. Mesela Aralık aylarında kutlanan Yerli Malı Haftası dolayısıyla, yıllar boyu rutin hâlde teşkilata genelgeler gönderilerek camilerde verilecek hutbe ve vaazlarda yerli malı kullanmanın öneminin anlatılması istenmişti.

Sonuç olarak bir iki cümle ilave etmek gerekirse; Reisliğin kuruluş yıllarında “Cuma hutbeleri nasıl olmalıdır?” diye sorulduğunda cevap kısa ve sade idi: Eski alışkanlıklardan vazgeçilerek hutbenin nasihat kısmı Türkçe verilmeli, anlaşılır bir dil kullanılmalı, ahlaki konulara ağırlık verilmeliydi; hutbelerde biraz da ülke kalkınmasından, iktisattan, yerli malı kullanmaktan bahsedilmeliydi. Ramazan ayında fitre ve zekâtların, Kurban Bayramı öncesinde kurban derilerinin Tayyare Cemiyeti ve benzeri yerlere verilmesi söylenmeliydi. Tabii, bu taleplerin bir kısmı resmî kurum ve şahıslardan gelmekteydi.

“Cuma hutbeleri nasıl olmalıdır?” sorusu, günümüze kadar sürekli soruldu; calibi dikkattir ki günümüzde de sorulmaya devam ediliyor. Çünkü süreçte, halkın ve devlet yetkililerinin hutbelerden beklentileri farklılaştı. Özellikle 1990’lı yıllardan beri bu alanda Başkanlığın hummalı çalışmalarına rağmen, insanımızın içeriği ve sunumu itibarıyla yine de daha iyisini beklediklerini söylersek yanlış söylemiş olmayız kanaatindeyim.