Makale

KURBAN OLMANIN HÂLLERİ

KURBAN OLMANIN HÂLLERİ

Cengizhan ORAKÇI

Ne zaman Kurban Bayramı yaklaşsa, özellikle de arifeden bir gün önce, her nasılsa aklıma “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesi gelir. Benim ilk okuduğum Ömer Seyfettin hikâyelerinden biridir. Hikâye, Balkanlar’da Zigetvar yakınlarındaki bir palangada geçer. Kurban Bayramı’na iki gün vardır. Hikâyenin iki kahramanından biri Deli Mehmed yapılan cenkte şehit olur. Bu esnada yaşanan olağanüstü hâli sadece Kuru Kadı ve Deli Hüsrev görürler. Şehitliği vatan için kurban olmak anlayışıyla ele alan bir hikâyedir bu.

Hikâyenin girişi şöyledir: “Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grijgal palangasının etrafında otluyorlardı...” Ne zaman Kurban kesim zamanı yaklaşsa bu giriş cümlesi mutlaka gelip bulur beni. Ömer Seyfettin, Peçevî Tarihi’nden aldığı bir bölümü bu hikâyenin epigrafı yapmıştır. Muhtemelen Başını Vermeyen Şehit hikâyesinin yazılış ilhamı da Peçevî Tarihi’nden geliyor. İbrahim Peçevî Tarihi’nde anlatılan bir Gazi Koç hikâyesi var ki onu da anmadan geçmek olmaz. On altıncı asır sonlarında Habsburglar, Macaristan’daki Sobotska palangamızı muhasara ederler. Kale içindeki askerlerimiz bir huruç hareketi yaparak Habsburg ordusunun hatlarında bir boşluk açıp kurtulurlar. Bu palangada gayet iri bir koç vardır ve Türk atlıları ile beraber o da boynuzlarıyla iki Habsburg askerini öldürerek Budin’e kadar gelir. Bu koça “Gazi Koç” unvanı verilir ve çok hürmet gösterilir.

İbrahim Peçevî Efendi olayı şöyle anlatıyor: “O bölgede kimi yıl kasım ayı içinde havalar ılık olur, küçük yaz derler. Allah’ın takdiri, 1593 yılı Kasım ve Aralık aylarında öyle uzun bir yaz havası oldu ki çoğu meyve ağaçları çiçek açtı. Mesela, birçok elma ağaçlarında ceviz büyüklüğünde elmalar yetişti, yani kış mevsiminde havalar hiç değişmedi. O sebeple melunlar Sican, Fülek, Wesprim, Sobotiska Kalelerini birer birer aldılar. Kâfirlerin bu kadar üstün ve başarılı oldukları görülünce Sobotiska palangasındaki gaziler, çocuk ve kadınların çoğunu Peşte’ye kaçırdılar. Palankada yalnız bir miktar atlı kaldı. Kâfirler gelip palankayı kuşattıkları zaman, bu atlıların hepsi hayvanlarına binip birden dışarı fırlayarak düşman içinden kendilerine yol açtılar ve sahraya doğru kaçtılar. Düşmanın üç, dört alay Yörük atlısı bunların peşine düştü ve bir gün, bir gece boyunca kovalayıp durdu. Gaziler durmadan ‘it cengi’ eder, yaklaşanlara ok ve tüfek ile geri atardı. Kalanı atlandırır, düşeni kaldırırlardı. Böylelikle bu kadar üstün düşman içinden sıyrılıp kurtuldular. Bu sırada şöyle garip bir olay görüldü. Gaziler palankada gayet büyük bir koç beslerlermiş. Bu koç gazilerle beraber kaçmış. Birkaç kez yetişip üstüne üşüşmüşler. Fakat koç ne yapıp yapmış ellerinden kurtulmuş ve gazilere yetişmiş. Bir türlü yakalayamamışlar. Peşte’ye geldikleri zaman Gül Baba Tekkesi’ne götürüp kurban etmişler. Kâfir lokması değilmiş, yine İslam gazilerine nasip olmuş.” (Peçevî Tarihi, Bekir Sıtkı Baykal, s.129.)

Çocukluk ve kurban

Bayram demek biraz da çocukluk demek değil midir? Bayramın içini çocuklar renklendirir ve onu bir şenliğe çocuklar çevirir elbette. Kurban Bayramı şehre günler öncesinden gelirdi. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden getirilip belli noktalarda satışına başlanan kurbanlıklar bayramın habercisi olurdu. Bayramdan biraz önce kurbanlıkların alınması ve hazır edilmesi daha çok çocukların gayretiyle gerçekleşirdi sanki. Mahalleye ilk giren kurbanlık koç, ardından diğerlerini de çağırırdı. Biz çocuklar, babalarımıza, “İşte komşumuz Hilmi Amcalar aldılar, biz de alalım ne olur!” yalvarmalarıyla kurban pazarlarının yolu tutulurdu. Bu işi son güne, belki de bayram namazı çıkışına bırakacak babalar, çocukların bu ısrarlarına dayanamayıp kurbanlıkları seçip eve getirirdi. Eve gelen o koçlar artık bayrama kadar özellikle çocukların tek eğlencesi olurdu. Bütün oyunlar bir yana bırakılır ve sabahtan akşama kadar onların etrafında dönülürdü. Ellerimizle onlara otlar, yemler yedirir, sular içirirdik. Ve onlara mutlaka bir ad koyardık. Gözleri karaysa elbette “Karagöz” olurdu. Annelerimiz onları kınalardı; başına, kuyruğuna ve sırtına kınalar yakılırdı. Gelinler gibi süslenirlerdi. Büyüyünce fark edecektik ki kına yakma kültürümüzde başka durumlarda da vardı. Gelin olacak kızlarımıza kına yakılır ve düğünden önce “kına gecesi” yapılırdı. Bu hâlâ devam eden bir geleneğimizdir. Yine askere giden gençlerimizin avucuna kına yakılması. Çanakkale Harbi’ndeki Kınalı Ali’nin hikâyesi herkesin malumudur. Annesi Ali’nin saçına kına yakmıştır ve onu vatanına kurban olsun diye Çanakkale’ye göndermiştir. Annelerimiz de koçları Allah’a kurban olsun diye kınalıyorlardı anlaşılan. Bu arada kurban kelimesinin “yakınlık, yakınlaşma” anlamına geldiği de hatırlanmalıdır. Demek ki kurban keserek Allah’ımıza yakınlaşıyor, yakınlık kuruyoruz.

Kurban kelimesi dilimizde mecazi anlamlar da kazanarak çok zengin tedaileri olan bir kelime hâline gelmiştir. Feda olmak anlamı bunlardan biri. Vatana kurban olmak, kişinin en büyük fedakârlığı değil midir? Bundan daha büyük nasıl bir fedakârlık olabilir ki? Vatan için kendini kurban etmiş cümle ervaha rahmetler olsun elbette.

Her şey iyi güzel de bayram namazı dönüşü sıra kurbanlıkların kesilmesine geldiğinde çocuklarda bir feryat başlardı. İşte o anda pek çok evde benzeri hâller yaşanırdı. O kısacık süre içinde çocuklarla kurbanlıklar arasında bir dostluk, hatta bir kardeşlik tesis edilmiştir. Hâl böyle olunca çocuklar onların kurban edilmesine asla yanaşmazlardı! Çok ısrar edip direnen, gözlerinden sicim gibi yaşlar döken çocuklar zaferi kazanırdı! Babalar çaresiz, evdeki koça dokunmayıp yeni bir kurbanlık almak için evden çıkardı. Ah çocuklar, ah çocukluk.

Ziyaret olmuşsun kurban istersin

Kurban “yakınlık, yakınlaşma” anlamını taşıyan bir kelime demiştik ya, işte belki de bu kök anlamından hareketle bizim insanımız sevdiklerine “Seni yaratan Allah’a kurban olayım.” diye seslenir. Sonra, “Sana kurban olurum.” çokça duyduğumuz sözlerden değil midir? Anadolu’nun pek çok yerinde insanların aynı zamanda birbirine sesleniş sözüdür kurban, “Kurban hele bir bak!” İnsanımızın yaktığı türkülere kurbanın girmemesi hiç mümkün mü? Türkülerde sevgiliye kurban olmak ne de kolaydır. Ne diyordu o türkü? “Sabahın seheri günden ileri / Ben kimi sevmişim senden ileri / Ziyaret olmuşsun kurban istersin / Kurban bulamadım candan ileri.” Âşık daha ne yapsın ki canını kurban etmeye hazırdır.

İnsan beşikte yatan kuzusuna kurban olmaz mı hiç? “El yazıya el yazıya /Duman çökmüş Gölyazı’ya /Kurban olam kurban olam /Beşikte yatan kuzuya.” diyen bir başka türkümüz de vardır.

Ben senin kurbanınam

Klâsik Türk Edebiyatı’nda sosyal hayatın şiirlere belki de en fazla yansıdığı zaman dilimi bayramlardır. Divan şairlerinin bayramlarda devlet büyüklerine takdim ettikleri kasidelerde bayramları anlatan bölümler vardır. Bunlara îdiyye veya ıydıye adı verilir. Kurban ibadetinin klâsik şiire yansıması sadece îdiyyelerle sınırlı değildir. Gazellerde de kurban motifi sıklıkla karşımıza çıkar.

Türk şiirinin büyük şairi Fuzuli yâri için her an, her saat kurban olmaya hazır olduğunu söylüyor. “Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd için / Dembe-dem saat-be-saat ben senin kurbanınam."

Ayntablı Hâfız Abdülmecidzâde Efendi, sevdiğine kavuşmanın bayramında kurban edilmeyi istiyor: “Iyd-i vaslınla sevindürsen n’ola ben hasteni / Ey hilâl-ebrû dimezsin bu da kurbânım benim.”

Şair Behişti ise sevdiğinin bayram geldiği için kendisini kurban ederek muradına erdireceğini ifade ediyor: “Didi bayram girdi seni ber-murâd itsem gerek / Şöyle benzer ol hilâl-ebrû beni kurbân ider.”

Mülkün sultanı Süleyman (Muhibbi) ben canana kurban oldum diyor: “Iyd-ı kurbân oldı ben kurbân-ı canan olmışam / Herkesin şuglı var ben yâre kurban olmışam."

Şairler sultanı Baki, sevdiğinin cefa kılıcıyla kendisini öldürmemesini istiyor, Kurban Bayramı gelince yap ki kurban ibadetini de yerine getirmiş olursun diyor: “Şimdi tîğ-ı cevr ile öldürme kurbân olduğum / Iyd-i adhâ geldüğinde idesin kurbân-ı ıyd”

Modern Türk şiirinin önemli isimlerinden Sezai Karakoç’un şiirlerinde Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kurban bağlamında karşımıza bir hakikat habercisi olarak çıkıyor:

“Akşam kente bir Meryem gibi girer

Bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi

Her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir

Kurban kesilirkenki karanlık

İbrahim’in bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık

Keskin ışık

İsmail

İsmail bir çocuk başından serçe geçen

Mavi bir gül nöbeti sertçe geçen

Omzundan arşlar dökülen” (Köpük, Şiirler III.)

İbrahim olmak yiğit olmak, fedakârlığın zirvesine çıkmak demektir. İsmail olmaksa başından serçe geçen teslimiyetin doruk noktası.