Makale

BİR CAMİM VARDI KUBBESİNİN ALTINDA HUZUR BULDUĞUM

BİR CAMİM VARDI
KUBBESİNİN ALTINDA HUZUR BULDUĞUM
Halime Yıldız
Anadolu’nun küçük bir ilçesinde, sabahın erken saatlerinde, tek katlı, bahçeli bir evin demir kapısından iki kız çocuğu çıkıyor: Büyüğü, dokuz yaşlarında, sarıya yakın açık kestane saçlı, yaşına göre biraz çelimsiz. Üzerinde, her katını ince beyaz sutaşının çevrelediği gülkurusu ve beyaz renkli; en üst parçası diğer parçalara göre daha geniş, üç katlı, fırfırlı etek, hiçbir desen ve model olmayan sade beyaz bir gömlek, beyaz pamuklu uzun çoraplar ve siyah iskarpinler. Küçük kardeşi ise âdete ablasının küçültülmüş bir kopyası. Evin dış demir kapısını hızla çekip neşeyle çıkıyorlar. Bir yanda hızlı hızlı yürürken diğer yandan üzerindeki Medine resminden anlaşıldığına göre hacdan gelen bir yakının hediye ettiği boncuklu çantalarından beyaz tülbentlerini çıkarıp başlarını örtmeye çalışıyorlar. Abla, kardeşini hızlanması için kolundan çekiştiriyor.

20. yüzyılın son çeyreği… 1979 yazı… Bir önceki sene gibi bu sene de okulların yaz tatiline girmesiyle birlikte bize, diğer bir eğitim yolu gözüküyordu. Büyüklerin sağlık sorunları nedeniyle gidilen kaplıcalar, babamın yoğun iş temposu arasına sıkıştırarak o güne kadar bir ya da en fazla iki defa götürdüğü Yozgat Çamlığı yahut günübirlik yapılan piknikler dışında yaz tatilini şenlendiren en önemli mekândı camiler. Bizim için yaz tatili, camiye gidip Kur’an öğrenmek zamanıydı. Çocuk yüreğimizde bunun ne kadar önemli olduğunu hisseder, tatlı küçük sevinçler duyardık. İtiraf etmeliyim ki yaz mevsimi benim için bir sene boyunca giydiğim siyah önlükten kurtuluşun da kapısını aralardı. Annemin sırf camiye gidiyoruz diye kardeşimle bana rengârenk, kat kat fırfırlı etekler dikmesi de bu sevincimi ziyadeleştirirdi.

Kış akşamları evcilik oyunlarımıza ev sahipliği yapan, oynarken orasını burasını kurcaladığımız dikiş makinesi okulların tatil olmasının birkaç gün sonrası açılırdı. Yağlanır, lastiği gevşemişse ya da yıpranmışsa değiştirilirdi. Annem, usta bir terzi sayılmazdı ama diktiği elbiselerle bizi fazlasıyla memnun ederdi. Evin içi kumaş artıkları, ip parçaları ile pislenmesin diye balkona konan makine, okullar açılıncaya kadar orada kalırdı. Yaz boyu dikilenler arasında beni en çok mutlu eden, cami için dikilecek eteklerdi. Özenerek alınan kumaşlar ölçülerimize göre biçilir, renk renk kumaşlar uç uca eklenerek birer hediyeye dönüşürdü. Tüm bu süreçler bana tarifi mümkün olmayan anlar yaşatırdı. Makinenin tıkı tıkı tık tıkı tıkı tık sesiyle neşelenir, kardeşimle bir de ritim tutar şarkı söylerdik. Dikişin bittiğini, annemin eteği iki eliyle yukarı kaldırıp gözlerini süzüp bakması, sonra da bize dönüp göz kırpmasıyla anlardık. Ben heyecanla annemi seyrederken kız kardeşim daha çok makinenin çalışmasıyla ilgilenirdi. Bu hazırlıklar bittiğinde caminin açılmasını sabırsızlıkla beklerdik.

Annem Kur’an okuyabiliyordu ama kendi ifadesiyle “bilmek başka öğretmek başka şey”lerdi. Hem her ilim, erbabından öğrenilmeliydi. Yüzünden olmasa da ezber konusunda yine annemden yardım alırdık. Çoğu zaman evin arkasında bulunan tulumba altında bir şeyler yıkarken bir taraftan da bize dualar ezberletirdi.

Camiye gitmek bizim için mutluluk kaynağıydı. Her sabah istisnasız annemin “Allah işlerinizi rast getirsin, zihninizi açık etsin.” duasıyla yola çıkardık. Sabah erkenden kapısının önünü süpürmeye çıkan komşularımıza tebessüm ederek küçük kare taşlı yoldan yürürdük. Küçük adımlarımızla bu yol bize uzun gelirdi. Sokağın köşesine ulaştığımızda sözleşmemiz üzere arkadaşımın evinin tahta kapısındaki tokmağı çalardık. Biraz sonra içerden elinde bir kitapla arkadaşım çıkardı. Hemen oracıkta elindeki kitabı büyük bir heyecanla açıp dersini çalıştığını gösterme maksadıyla ilk satırı okurdu. Elif cüzünde ondan ilerde olduğum için ayaküstü yanlışlarını düzeltirdim. Yol boyunca konuşulan konu aynıydı. Dersini yaptın mı, hangi sayfaya geçtin, ezberini bitirdin mi, ne zaman Kur’an’a geçeceksin? Kardeşim ise yolda ezber duasını dinlettirir, benden bir de aferin alırdı. Yaklaşık on dakikalık bir yürümeyle iki oluklu eski bir çeşmeye ulaşırdık. Önce eğilip avucumuzla buz gibi sudan içer, ardından koşar adımlarla iki katlı, dışı beyaza boyanmış, eski ama şirin camimize girerdik. Yan yana serilmiş farklı ebat, desen ve renkteki halılar, camiye gelen yeni küçük cemaatin haşarılıklarından olsa gerek sağa sola kaymış olurdu. Bu nedenle kışın soğuğu önlemesi için altlarına serilen hasırlar gözükürdü. Halıları her sabah nöbetleşe süpürür bu görev için âdeta birbirimizle yarışırdık. Ne kadar özen göstersek de çalıdan olduğu için süpürgemizden kopan parçalar olurdu. Camide en düzgün duran eşya ise rahlelerdi. Zira temizlik bittikten sonra ahşap uzun rahleler özenle silinir ve düzenlenirdi. Hocanın sağ tarafındaki uzun rahleler kızlara, sol tarafındakiler erkeklere, tam karşısındakiler ise yaşı daha küçük çocuklara ayrılırdı.

Hemen her gün camiye erken giderdik. Erkenci oluşumuzun semeresini de alırdık. Hem etrafı derleyip toplar, küçük sevap keselerimizi ağzına kadar doldururduk hem de en prestijli yer olan hocanın sağındaki uzun rahlenin en başını kapardık. Arkadaşım ve kardeşimle birlikte bu kapıp sahiplendiğimiz yerlerimize oturduğumuzda hoca daha gelmemiş olurdu. Ama ahşap oymalı rahlesinin üzerinde açılmış bir Kur’an dururdu. Daha sonra öğrendiğime göre Mustafa Hoca sabah namazından sonra evine gitmez, ders saatine kadar ezberini tekrar edermiş.

Oturduğum yerden okuldan tanıdığım -ki çoğunu tanıyordum- arkadaşlarıma tebessüm ederek başımla selam verirdim. Çok sevdiğim boncuklu çantamın fermuarını açıp içinden elif cüzümü, kurşun kalemimi ve defterimi çıkarırdım. Konu ders olunca ciddileşirdim. Hocayı beklerken dersime bir kez daha göz atardım. Dersimin tam olduğuna emin olduğumda ezberime geçerdim. Bu esnada Hafız Mustafa Hoca, caminin kapısından içeri girerdi. Tekmil almışız gibi hepimiz aynı anda ayağa kalkar, verilen selama hep birlikte karşılık verirdik. Hoca mihraba doğru ilerlerken hepimiz yine aynı anda gözlerimizi elif cüzlerimize çevirirdik.

Hafız Mustafa Hoca aynı zamanda komşumuzdu ama camide bizim için ayrı bir insan oluverirdi. Mustafa Amca gider yerine Mustafa Hoca gelirdi. Zayıftı, uzunca boyluydu, yaşını bilmiyordum ama o yıllarda çoluk çocuğa karışmış, hele de sakal bırakmış bütün amcalar bize yaşlı görünürdü. Bize bir kez olsun sesini yükseltmemesine rağmen hocamdan çekinirdim. O zamanlar tarif edemediğim ancak şimdi, şu yaşımda anlamlandırabildiğim bir şeydi bu ve aslına bakarsanız hocama duyduğum derin saygının tezahürüydü.

İlk ders istisnasız yüzünden okumaya ayrılırdı. Önce Kur’an okuyanlar hocanın rahlesinin önüne diz çöker, derslerini verirlerdi. Hoca, dersi gözleri kapalı hafifçe öne arkaya sallanarak dinlerdi. Yanlış okunduğunda gözlerini açar, önce parmağıyla yanlış yapılan ayetin üzerine dikkat çeker, sonra kendisi okurdu. Ardından, cüzü bitirmek üzere olanlar sıraya girerdi. Kalabalık oldukları zamanlarda kendi aralarında bu durum, ufak yollu itişmelere bile sebep olurdu. Kur’an okuyanlar, derslerini verdikten sonra hoca, her birini elif cüzüne yeni başlayanları çalıştırmaları için yanlarına gönderirdi. Ben ise arkalarından gıpta ederek bakar, küçücük yüreğimin en derininden en büyük hayalimi haykırırdım: “Ben de hoca olmak istiyorum.”

Dersimi verdikten sonra Mustafa Hoca, bu gayretli çalışmamdan dolayı tebrik ve takdir ederdi. Şu bir gerçek ki ezber dersinde benden on dört ay küçük olan kız kardeşim çok daha başarılıydı. Dua ezberlemeyi çok severdi. Annemle mesaisi bu konuda bana göre çok daha fazlaydı.

Mustafa Hoca, haftada iki ya da üç gün ezberlerimizi dinlerdi. Bir sonraki ezber sure ve dualarımızı önce kendisi yüksek sesle okur sonra bize tekrar ettirirdi. Son ders saatini ise dinî bilgilere ayırırdı. Bir Müslüman’ın farz-ı ayn mesabesindeki bilmesi gereken dinî bilgileri camide öğrenmiştik.

Pek çoğu silinmiş olsa da hafızamda kalan cami anılarımı bir mücevher gibi saklar zaman zaman gün yüzüne çıkarır, onlarla hasbihâl eder sonra tekrar yerine koyarım. Ardından da acaba bizim çocuklarımızın heybesini hangi anılar dolduruyor diye düşünürüm. Öyle ya, benim bir camim vardı kubbesinin altında huzur bulduğum. Peki ya şimdiki çocukların? O anda penceremden içeri dolan neşeli sesler, camilere koşan minik adımlar cevap olur zihnimde uçuşan sorulara. Çok şükür. O kubbeler nice çocuğa huzur vermeye devam ediyor.