Makale

KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK

HATIRA DEFTERİ

KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK

Mehmet Akif UÇAR

Antalya Muratpaşa Aydınlık Camii İmam-Hatibi

Yüreğimde yanıp tüten bir sevdaydı, Kâbe-i Muazzama’nın örtüsüne yüz sürmek ve eteklerine tutunup hüngür hüngür ağlayarak dua edebilmek. Bembeyaz ihram elbiseleri içinde o kutsal evin etrafında dönebilmek. Hacerü’l-esved’i selamlamak, Makam-ı İsmail‘de namaz kılmak, Makam-ı İbrahim’e el sürmek… Güvercinleri bile kıskandıran bir eda ile uçarcasına tavaf etmek… “Sen çağırdın ve ben geldim.” nidalarıyla Rabbe dualarda bulunmak…

Evet, gerçekten de aşkım ve sevdam olmuştu o kutsal mekânlar. Buram buram yanıp tütüyordu yüreğimde Kâbe özlemi. Nihayetinde umre için yapılan yazılı sınavları geçmiş ve sözlü mülakatı da başarıyla tamamlamıştım. Yani grup görevlisi olarak umreye gitmeye hak kazanmıştım. Kısacası yıllardır Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere özlemiyle yanıp tutuşan yüreğim, maşukuna kavuşacak ve bir nebze olsun teselli bulacaktı. Sevincimden âdeta kuşlar gibi uçuyordum. Gerekli tüm hazırlıkları yapmış ve kutsal yolculuğa çıkacağım grup üyelerimin hepsiyle tek tek irtibata geçmiştim. Kimlikler, vizeler, pasaportlar ve aşı kartları gibi tüm prosedürler tamamlanmıştı. Kalbim yerinden fırlayacak gibi tatlı bir telaş ve sonsuz bir heyecanla atıyordu. Ve nihayet yolculuk günü gelip çatmıştı.

Antalya’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan da Cidde Havaalanı’na uçuşlar başladı. En sevgilinin doğup büyüdüğü, nefes alıp verdiği topraklara yaklaştıkça âdeta kanatlanıp uçacak gibi oluyordum. Onunla aynı atmosferi solumak, aynı topraklarda yürümek ve aynı gökyüzüne bakmak, yıllardır içimde besleyip büyüttüğüm bir sevdaydı. Ve bu sevdama kavuşmama sadece ramak kalmıştı. Cidde Havaalanı’ndan bizi alan otobüsler, süzüle süzüle Mekke topraklarına doğru ilerliyordu. Umrecilerimin gözündeki ışıltı beni aydınlatıyor; benim dilimden dökülen kasideler, marşlar ve ilahilerse onların kulağında bir muştu hâline geliyordu. Coşku, telaş, özlem ve gözyaşları birbirine karışmıştı. Kısacası hepimiz, tarif edilemez bir duygu yoğunluğu içindeydik. Bazen ben tek başıma telbiye getiriyordum. Bazen de grup olarak hep birlikte tekbir, tahmid, istiğfar ve salavatlarla yolculuğumuzu süslemeye çalışıyorduk. Bu yoğun duygu ve coşkularla yolculuğumuzu devam ettirirken, otobüs şoförümüzün “Mekke’ye girmek üzereyiz.” sözüyle hepimiz heyecanlanmıştık. Otobüsün ön tarafına doğru gelip camdan dışarı baktığımda, Mekke’nin rengârenk ışıkları gözlerimi büyülemişti. Sonsuz zaman dilimi ve uçsuz bucaksız varlıklar âlemi içindeki bu özel ve güzel şehri hayranlıkla izliyordum. Sanki şehrin tam ortasından bembeyaz bulutlar içinde, semavat ile Kâbe-i Muazzama arasına kurulmuş lahuti bir merdiven vardı. Ve melekler, bu merdivenden inip inip çıkıyor gibiydi. Gökyüzünden rahmet yağıyordu âdeta arzın kalbine ve Mekke’nin tam ortasına.

Kâbe’yi görür görmez gözyaşlarına boğulmuştum. Bayılmamak ve yere yığılıp kalmamak için kendimi zor tutuyordum. Tüm umrecilerimle birlikte Kâbe’nin etrafında uçarcasına tavaf ediyorduk. Hayatımın en özel ve en güzel dakikalarıydı bunlar. Onu seyrederken gözlerimin feri açılıyor, kokusunu alırken burun damarlarım genişliyor ve nefesini içime çekerken ciğerlerim yeniden hayat buluyor gibiydi. Farklı dil, ırk, bölge ve kültüre sahip insanlarla birlikte aynı renk ve tek tip elbiseler içinde, hiçbir statü farkı gözetmeksizin Kâbe’nin etrafında pervaneler ve divaneler gibi dönüyorduk.

Nihayet Kâbe etrafındaki tavafı tamamlamış ve sa’y görevimizi ifa etmek üzere Safa ile Merve arasına geçmiştik. Tıpkı Hz. Hacer validemizin biricik yavrusuna su aradığı gibi biz de onun hatırasını canlandırıyor ve Allah’ın rahmetine gark olabilmek adına yürüyor, çırpınıyor ve koşturuyorduk. Tavaf ve sa’y görevimizi tamamladıktan sonra otelimize dönmüştük. Mekke’de kaldığımız süre içinde bol bol tavaf ediyor ve vakit namazlarımızı daima Kâbe’de kılmaya çalışıyorduk. Ayrıca Nurdağı, Arafat, Cennet’ül Mualla, Cin Mescidi, Hira ve Sevr Mağarası gibi mübarek yerleri ziyaret ediyorduk. Mekke’deki tüm görevlerimiz tamamlanmış ve Medine’ye yolculuklar başlamıştı. Hicreti tekrar yaşarcasına ve yaşatırcasına Medine’ye gidiyorduk.

Medine’ye vardığımızda, ilk iş olarak sevgililer sevgilisinin gül bahçesi olan Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etmiş ve Mescidi Nebi’de iki rekât namaz kılmıştık. Sonra yine ve yeniden ziyaretler… Cennet’ül Bakî, Kuba Mescidi, Cuma Mescidi, Yedi Mescitler, Mescid-i Kıbleteyn, Uhut Şehitliği ve Ayneyn Tepesi… Bir yandan umre vazifelerimizi yapmış olmanın huzur ve mutluluğu yüreklerimize dolarken, diğer yandan da ayrılık vaktinin hızla yaklaşıyor olduğunu hatırladıkça yüreğimize kor düşüyordu. Evet, maalesef ki zaman daralıyor ve ayrılık vakti hızla yaklaşıyordu. Umre dönüşü misafirlere ikram edeceğimiz hurma, zemzem, esans, misvak, tespih, yüzük gibi hediyeler alınmış ve nihayet Allah Resulü’nün beldesi olan Medine’ye veda vakti gelip çatmıştı.

Bizi, memleketimize taşıyacak olan uçağa binmeden önce dönüp Medine semalarına son kez bakıyor ve derin derin nefes alarak o münevver şehre gözyaşlarımla veda ediyordum. Son bakış ve son gözyaşıyla birlikte yutkuna yutkuna bindim uçağa. Aşkım, sevdam, canım, kanım, ruhum, kalbim, yüreğim ve hasretim hep orada kaldı. Uçağa taşıdığımsa etim, kemiğim ve bedenimden ibaretti. Ayaklarım beni geri geri çekiyor ve gitmemek için canhıraş çırpınıyordu sanki. Tek umudum ve tesellimse arınmış bir şekilde vatanıma ve memleketime dönüyor olmamdı.

Rabbim umremizi makbul, sa’yımızı meşkûr ve zenbimizi mağfur eylesin.

Âmin.