Makale

ANADOLU'YU MAYALAYAN ÜLKE: ÖZBEKİSTAN

AHVAL-İ DÜNYA

ANADOLU’YU MAYALAYAN ÜLKE: ÖZBEKİSTAN

Taha KILINÇ

Orta Asya cumhuriyetleri arasında, tarih ve kültür açısından en zengin mirasa sahip ülke, hiç şüphesiz Özbekistan’dır. İmam Buhârî, İmam Mâturidî, Bahâeddin Nakşibend ve daha birçok önemli ismin medfun bulunduğu Özbekistan, Anadolu İslam kültürünün de menbaı ve mayasıdır. Kullanılan kelimelerden yaşayan kültüre, inançlardan misafirperverlik ve sıcaklığa, Özbekistan “ata yurdu” tabirine birebir uyan bir ülkedir.

Kuzeyde Kazakistan, güneyde Afganistan, güneydoğuda Tacikistan, kuzeydoğuda Kırgızistan ve güneybatıda Türkmenistan ile sınır olan Özbekistan, 447.400 kilometrekarelik yüzölçümüyle, dünyanın 56. büyük ülkesidir. Bu konumu ile Özbekistan, dünyadaki iki “çifte içeri” (açık denize kıyısı olmayan komşularla çevrili, açık denize kıyısı olmayan ülke) devletten biridir (diğeri de Avrupa’daki Liechtenstein Prensliği’dir.)

30 milyonluk nüfusu ise Özbekistan’ı Orta Asya cumhuriyetleri arasında birinci sıraya yükseltmektedir.

Ülkeye başkentlik yapan Taşkent, eskiyle yeninin ustaca harmanlandığı, yemyeşil ve ferah bir şehir. Ancak Özbekistan’ın asıl tarihî ve kültürel zenginliği başlıca üç şehirde toplanır: Hive, Buhara ve Semerkand. Şimdi, sırasıyla bu İslam şehirlerinin bağırlarında sakladıklarına yakından bakalım.

Özbekistan’ın en batısındaki Harezm eyaletinde yer alan Hive, 10 metre yüksekliğinde ve 5-6 metre kalınlığında briket surlarla çevrili, klasik bir eski şehir. Sur içindeki kısma Özbekler “İçan-Kala” yani “İç Kale” ismini vermişler. Ana kapıdan içeriği girdiğiniz andan itibaren sizi sarıp sarmalayan tarihî ve kültürel doku karşısında hayranlığa ve hayrete kapılmamak imkânsız. 1512’den 1920’ye kadar Harezm bölgesini yöneten Hive Hanlığı’na başkentlik yapan bu tarihî şehir, o dönemlerden günümüze kalmış çok sayıda anıt esere ev sahipliği yapıyor. İsmini yakınlarda bulunan ünlü Hivak Kuyusu’ndan aldığı düşünülen Hive, tarih boyunca doğu-batı istikametinde gidip gelen kervanların güzergâhında yer almış. Bunun doğal sonucu olarak da ticaret, ipek işçiliği, kumaş ve baharat, Hive’de her zaman dünyaya pazarlanan bir ürün olmuş. Bugün de turistik atölyelerde ipeğin nasıl işlendiğini, dokunduğunu ve birbirinden muhteşem eserlere dönüştürüldüğünü yakından izlemek mümkün.

Hive, turkuvaz renkli minareleri ve onları tamamlayan kubbeleriyle meşhur. Bunlardan ilki, surların batı girişinin hemen yanında yer alan Kalta Minare. Hive hükümdarı Muhammed Emin Han tarafından yaptırılan ve 70 metre olması öngörülen minare, Muhammed Emin Han 1855’te bir suikasta kurban gidince yarım kalmış. Kalta, “yarım” demek zaten. Kalta Minare, Hive’nin sembolü konumundadır. 45 metre yüksekliğindeki ikinci büyük minare, Hive hükümdarı Rahim Han’ın veziri İslam Hoca tarafından 18. yüzyılda yaptırıldığı için onun adıyla anılıyor. Üçüncü minare ise Hive Cuma Camii’nin yanı başında bulunuyor. 212 ahşap sütun üzerinde yükselen Cuma Camii, 10. yüzyılda inşa edildikten sonra tekrar yapılarak günümüze ulaşmış. Caminin içindeki sütunlardan altısı ilk günden kalma. Sütunlardaki ahşap işçiliği ise insanı hayran bırakacak türden. Hive Cuma Camii, günümüzde müze statüsünde olduğundan içeride ayakkabıyla geziyorsunuz. Özellikle bu durum ve sütunların yoğunluğu, akıllara Endülüs’teki Kurtuba Camii’ni getiriyor.

Hive’den ayrılmadan önce -ki hemen ayrılmak da kolay değildir- hanların sarayını, Muhammed Rahim Han Medresesi’ni, Allah Kulu Han Medresesi’ni, Özbekistan’ın millî kahramanlarından Pehlivan Mahmud’un görkemli türbesini ve sokak aralarındaki şirin boşlukları merakla gezmeniz tavsiye edilir. Gözleriniz, mutlaka çarpıcı sürprizlerle karşılaşacaktır.

Birçok yönden İslam tarihinin en önemli şehirlerinden Buhara, Özbekistan’ın orta kesimindedir. Tarihî “İpek Yolu”nun duraklarından biri olan Buhara, 2.000 yıldan daha eski bir maziye sahiptir. Ortaçağ İslam şehirlerinin klasik bir prototipi olarak, Buhara sokaklarında dolaşırken âdeta hangi zamanda yaşadığınızı şaşırırsınız. Ancak asıl sürpriz, eski şehrin merkez noktasına ulaştığınızda karşınıza çıkar: Karahanlı devletinin hükümdarlarından Arslan Han’ın 1121’de inşa ettirdiği -ancak daha sonra yeniden yapılan- Kalan Camii. Yanındaki 45 metrelik dev minaresi ve tam karşısındaki Mir Arab Medresesi ile Buhara başınızı döndürecektir. Bu küçük meydan, Buhara’nın âdeta kimliği ve fotoğrafıdır.

Nakşibendi silsilesini oluşturan isimlerden bazılarının mezarları da Buhara yakınlarındadır. Buhara halkının “Yedi Evliya” dediği bu kişiler sırasıyla Abdulhâlik Gucduvânî, Arif Rivegerî, Mahmud Fegnevî, Ali Remetanî, Muhammed Semmasî, Seyyid Emir Külâl ve Bahâeddin Nakşibend’dir. Bu tasavvuf erbabının kabirlerini sırayla ziyaret etmek, Buhara halkı arasında oldukça ciddiye alınan bir gelenektir. Şehre dışarıdan gelen misafirler de yine aynı şekilde sırayla buralara götürülür. Ziyaret, en son “Kasr-ı Ârifân” ismi verilen geniş bir külliyede medfun bulunan Bahâeddin Nakşibend’in kabrinde son bulur.

Özbekistan’ın üçüncü incisi Semerkand, Timurlu devletinin başkenti olması hasebiyle, o dönemdeki ihtişamı bugüne bile taşıyan nadide bir şehirdir. 1370’te Timur tarafından ele geçirilerek yönetim merkezi hâline getirilen Semerkand, sonraki 100 yıl boyunca birbirinden görkemli eserlerle donatıldı. Uluğ Bey, Şirdar ve Tillekârî isimlerini taşıyan üç dev medresenin birbirine baktığı ünlü Registan Meydanı, Semerkand’ın sembolüdür. Hz. Abbas’ın oğlu Kusem ve çok sayıda Timurlu üst düzey yetkilinin medfun bulunduğu Şâh-ı Zinde Kabristanı, Timur ve yakınlarının gömülü olduğu Gûr-i Emir Kabristanı, Timur’un çok sevdiği eşi Bibi Hanım adına inşa edilen devasa cami ve medrese… Hepsi de Registan Meydanı’na yürüme mesafesindedir.

Semerkand’ı özel kılan şeylerden biri ise İmam Mâturidî ve İmam Buharî’nin burada medfun bulunmasıdır. İmam Maturidî’nin kabri şehrin merkezinde, İmam Buharî’ninki ise kuzey taraftaki küçük bir köydedir. Semerkand’ı adımlarken bu iki önemli âlimin mezarlarını da ziyaret etmekle Özbekistan ile Anadolu’nun birbirine aslında ne kadar yakın ve aşina olduğunu da bir kez daha hatırlatıyor insana. Bu yakınlık ve aşinalık, iki ülke halklarının adeta tek parça ve tek yürek olduğunun tarihî bir ispatı sadedinde.

Özbekistan dendiğinde, bu güzel insanların misafirperverliklerinin ve ikramseverliklerinin anılmaması olmaz. Sadece “Özbek pilavı” ve kendilerine özgü ekmekleri değildir Özbekleri misafirperver yapan. Dünyada belki de hiçbir halka benzemeyen bir biçimde, Özbekler ikram etmeyi, yedirmeyi, misafir ağırlamayı, evlerini yabancılara açmayı çok severler. Buhara, Semerkand, Hive, Taşkent… Hiç fark etmez, hangi Özbek şehrine yolunuz düşerse mutlaka sizi samimiyetle konuk etmek isteyecek birilerini bulursunuz. Bunu da öylesine bir coşku ve heyecanla yaparlar ki evlerine misafir olduğunuzda onlara iyilik yapmış olduğunuzu hissedersiniz. Ev sahibi misafir ağırlayarak görevini yerine getirirken, misafir olmak da yabancılar için bir görevdir: Görevi yerine getirmeye yardım etme görevi. Sofradan kalkılırken ev sahibi yeterince ikramda bulunamadığı için yine de üzgün ve mahzundur. İşin ilginç yanı, “her şeyin mükemmel olduğuna” ev sahiplerini ikna etmek de mümkün değildir. Misafirlerine sundukları hizmeti hiçbir zaman yeterli bulmazlar çünkü.

Özbekistan, araya binlerce kilometre girmiş olsa da tarih ve kültür üzerinden kurulan köprülerin ülkeleri birbirine nasıl yaklaştırdığının canlı bir örneğidir. Yolunu Buhara, Semerkand ve Hive’ye düşürenler, bu cümlenin manasını ve doğruluğunu bizzat yaşayarak göreceklerdir.