Makale

İSLAM HAYRANI BİR AYDINLANMA ŞAİRİ: GOETHE

İSLAM HAYRANI BİR AYDINLANMA ŞAİRİ: GOETHE

Emin GÜRDAMUR

“Deliliktir her insanın kendi durumunda
Kendi özel fikrini övmesi!
Eğer İslamiyet Allah’a teslim olmak demekse
Biz hepimiz Müslüman olarak yaşıyor ve ölüyoruz.”
Goethe, Batı-Doğu Divanı

Aydınlanma çağının kurucu şairlerinden Johann Wolfgang Von Goethe, 1772 Temmuz’unda arkadaşı Herder’e yazdığı mektubunda, “Musa’nın Kur’an’da dua ettiği gibi dua etmek istiyorum: Tanrım, göğsüme ferahlık ver.” ifadelerini kullanmıştı. Mektubun muhatabı Alman filozof ve ilahiyatçı Herder, bu duanın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu çünkü Goethe’yi Kur’an’la erken yaşlarda zaten kendisi tanıştırmıştı. Bu tanışmanın heyecanı ile yirmi üç yaşındayken “Muhammed Kasidesi” adlı harika bir şiir yazan Goethe’nin İslam’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e ilgi ve ihtiramı hayatı boyunca sürecekti. Kadim söylencelere, felsefeye, mitolojiye ve masallara düşkünlüğü olan Goethe, şiirini büyük anlatılardan, tarihî fenomenlerden besliyordu.
Yaşamının muhtelif zamanlarında ilgi ve eğilimleri değişmiş olsa da İslam hayranı tutumu neredeyse hiç değişmedi Goethe’nin. Örneğin yetmiş yaşındayken “Kur’an’ın tümüyle Peygamber’e indiği Kadir Gecesi’ni huşu içinde kutlamak” düşüncesiyle zihninin meşgul olduğunu açıkça söylemekten imtina etmemiştir. (Katharina Mommsen, Goethe ve İslam, Ötüken Neşr. s. 9.)
Goethe, 1749 yılında Almanya’nın Frankfurt şehrinde kitaplarla dolu bir evde dünyaya geldi. İlk eğitimini babasından aldı. Fransızca başta olmak üzere, İngilizce, İtalyanca, Yunanca ve Latince öğrendi. Kendi ifadesiyle, babasından dış görünüşünü ve yaşamını ciddiyetle sürdürme kabiliyetini; annesinden ise şen tabiatı ile hayal kurma becerisini aldı. Henüz on yaşındayken Ezop’u, Homeros’u ve Ovidius’u okudu, Binbir Gece Masalları’yla tanıştı, Alman halk efsaneleri ve destanlarının yanı sıra klasik dinî anlatıları öğrendi. Babasının isteği üzerine hukuk eğitimi aldığı Leipzig ve pek çok arkadaş edineceği Strasburg şehirleri yazarın üzerinde büyük etki bırakacaktı. Eğitim yıllarını şiir yazarak ve resim yaparak değerlendiren, İngiliz ve Fransız edebiyatıyla yakından ilgilenen Goethe, tam bir Shakespeare hayranıydı. 1775 yılında Weimar’a gitti ve bir sene sonra orada resmî görevine başladı. Yaşamı boyunca üst düzey devlet görevlerinde bulundu. Yüksek gelire sahip, müreffeh bir hayat sürdü.
Aydınlanma Çağı her ne kadar hümanist akımın gelişimine imkan verdiyse de bütün Avrupa’da olduğu gibi Almanya’da da İslam ve Müslümanlar üzerine olumsuz düşünceler egemendi. Bununla birlikte bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş düşünür Leibniz’in, İslam ve Hz. Peygamber’le ilgili övgü dolu sözleri de bilinmekteydi. Goethe’de yirmili yaşlarının başında gelişen İslam ilgisi, ilerleyen yaşlarda İranlı şair Hafız’ın Divan’ından etkilenerek kaleme alacağı Batı-Doğu Divanı’nda açıkça ortaya konacak ve en üst seviyede ifadesini bulacaktır.
Peki, Goethe’yi İslam’a ve Hz. Muhammed’e karşı ilgi duymaya yönelten asıl sebepler neydi? Her şeyden önce takvimler, her düşüncenin rahatça dolaşıma girdiği bir dönemi gösteriyordu. 18. yüzyıl Avrupa’sı Aydınlanma Çağı için gerekli tüm şartları elverişli kılmıştı. Goethe, toleransın o zamanların parola kavramlarından biri olduğunu söyler.
İslam’da Goethe’yi etkileyen temel unsurların başında tevhit anlayışı gelir. Öyle ki Batı-Doğu Divanı’nda yer alan mısralarında İslam dininin asıl başarısını tevhit anlayışını egemen kılarak elde ettiğini söyler: “İsa safça hissetti ve düşündü / Sessizce o tek Tanrı’yı; / İsa’nın kendisini Tanrı sayan, / Onun kutsal arzusunu yaraladı. / Ve hakikat olan, görünecekti / Ki Muhammed de bunu başardı; / Sırf o tek kavramı sayesinde / Bütün dünyayı dize getirdi.” (Goethe, Batı Doğu Divanı, Hece Yay., s. 204.)
Goethe Kilise’nin teslis inancı ve günah çıkarma uygulamaları hakkında şüphe içindedir. Hatıralarında, erken yaşlardan itibaren kendisine sahih din anlayışı aradığını ifade eder. Bütün bunlara karşın dönemin ateist akımlarına kapılmaz, hatta ahlakını dine borçlu olduğunu dile getirir. Çocukluğuna dair hatıraların da yer aldığı “Yaşamımdan Şiir ve Hakikat” kitabında hiç unutamadığı bir olay anlatır. Meslektaşları tarafından mahcup edilmek istenen, bu yüzden hangi papazda günah çıkardığı sorusuna maruz kalan bir musluk tamircisinin, büyük bir özgüvenle, “Kral Davut kime günah çıkardıysa, ben de ona çıkarıyorum.” diye cevap verdiğini söyleyen Goethe, çocukken şahit olduğu bu sahnenin kendisi üzerinde çok etki bıraktığını, onu yönlendirdiğini vurgular. (Goethe, Yaşamımdan Şiir ve Hakikat, İş Bankası Yay., s. 41.)
Dine her zaman ilgiyle yönelen, hep arayış içinde olan, yeri geldiğinde içinde bulunduğu çevreyi, Protestanları eleştirmekten geri durmayan Goethe, kadim metinlerle ilişkisini hep korudu. Sonunda, kendi kendine bir düşünce ve inanç kalesi inşa etti. Hristiyan akaidinde yer alan doğuştan günahkâr olma fikrini kınadığı için kıyasıya eleştirildi ve dinî çevrelerce dışlandı. Bu durumu bir fırsata dönüştüren şair, düşüncelerinden vazgeçmek yerine, kendi ifadesiyle, özel gereksinimine uygun bir Hristiyanlık inancı geliştirdi ve bunu çok tarih çalışarak, bir esasa dayandırarak oluşturdu. (age, s. 667.) Bu cesareti sebebiyle Goethe’nin Müslüman düşünürler nazarında da her zaman ayrıcalıklı bir yeri oldu. Örneğin Muhammed İkbal onun için, “Büyük bir zekâ ile temas edince ruhumuz bizzat kendini keşfeder. İlk defa Goethe’nin hayal gücünün sonsuzluğunu anlayınca, kendi sınırlarımın farkına vardım.” demiştir.
Goethe’nin İslam’la tanışıklığı, geleneksel Hristiyanlıkla düşünsel uzlaşısını yitirdiği döneme tekabül eder. 1771-72 yıllarında Kur’an’da bulduğu pek çok düşünceyi, kilise dogmalarına karşı bir alternatif olarak görür ve onlara dört elle sarılır. Zaten o heyecanla Muhammed (s.a.s.) adlı bir kaside ortaya koyar. Goethe uzmanı Alman Profesör Katharina Mommsen, onun İslamiyet’e yönelik olumlu tutumunun sadece hoşgörü temelli olmadığını, kişisel bir ilişki çerçevesinde geliştiğini söylüyordu: “Bu nedenle İslamiyet üzerine ifadeleri o zamana kadar Almanya’da mevcut her şeyi kışkırtıcı cesaretiyle fersah fersah aşıyordu.” (Gürsel Aytaç, Goethe ve Dünya Edebiyatı, s. 90.)
Hafız’ın Divan’ından etkilenerek Batı-Doğu Divanı’nı yazan Goethe’nin, İranlı şairin eserini 1814 yılında Hammer tercümesinden okuduğu varsayılmaktadır. Hafız onu âdeta Şark’a davet etmiştir. Ünlü şair bu davete ve orada bulduğu aşk ve coşkuya hayır diyemeyecektir. Batı-Doğu Divanı adlı eserinin sonuna yüz kırk sayfalık Araştırmalar ve Notlar adlı bir bölüm ekleyen Goethe, bunu Doğu’nun daha iyi anlaşılması için yaptığını, bazı büyük, güzel ve iyi şeylerin o coğrafyadan Batı’ya ulaştığını belirtir. Kur’an’ın üslubu için “kati, büyük, müthiş, yer yer gerçekten ulvidir” der. Divan üzerinde çalışırken bazı önemli müsteşriklerden Arapça okuma ve yazma dersleri alır. Kendi eliyle kısa Arapça duaları kopyalar, karşılaştığı bu yeni dil için, “Belki de hiçbir dilde fikir, söz ve yazı doğuştan böylesine orijinal bir hâlde bir arada vücut bulmamıştır.” demekten kendini alamaz. (Altan Alperen, “Goethe, Faust ve İslamiyet”, Eskiyeni, Yaz 2009, s. 109.) Düşünce dünyasını cezbeden kimi ayetleri de olduğu gibi Divan’ına almaktan kaçınmaz: “Allah’ındır şark! / Allah’ındır garp! / Kuzey ve Güney bölgeler / Huzur bulun siz onun ellerinde.”
Goethe’nin sanat yaşamı ve biyografisi hakkında birinci kaynak Hayatımdan Şiir ve Hakikat ise ikinci kaynak J. Peter Eckermann’ın Goethe İle Konuşmalar adlı kitabıdır. Bu kitabın 11 Nisan 1827 tarihli bölümünde, Goethe’nin İslam ve Müslümanlarla ilgili müstakil bir konuşması yer alır: “Müslümanların eğitimlerine hangi doktrinlerle başladıkları gerçekten dikkate değer. Gençlere dinin temeli olarak, her şeyden önce şu kanaati aşılıyorlar: İnsanoğlunun başına gelenlerden hiçbiri yoktur ki, her şeyi düzenleyen, yüce bir kudretin eliyle, çok daha önceden alına yazılmış olmasın; böylece bu gençler bütün hayatları boyunca kendilerini koruyacak bir zırh kuşanmış oluyorlar; artık rahattırlar ve başka şeye de pek ihtiyaçları yoktur. (…) Bundan sonra Müslümanlar felsefe öğretimine şu akideyle başlıyorlar: Aksi söylenemeyecek hiçbir şey yoktur. Gençlerin kafasını böyle işletiyorlar. Bunların okul vazifeleri, ileriye sürülen her iddiaya aykırı bir kanaat bulup ifade etmek esasına dayanıyor. Bunun neticesi olarak da gerek düşüncede gerek sözde büyük ustalık kazanıyorlar.”
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Goethe İslamiyet üzerine hayli kafa yormuştur. İçinde doğup büyüdüğü uygarlığı istemsizce sürekli İslam medeniyetiyle kıyaslamıştır. İslam’ın doktrinlerinin hiçbir eksiği olmadığını ve kendi bütün sistemlerinin ondan ileri gidemeyeceğini açık yüreklilikle söyleyen şair, bununla yetinmeyip İslamiyet’in bir gelişmişlik kriteri olduğunu söyler: “Müslümanların bu felsefe sistemini hepimiz, gerek başkalarının gerek kendimizin fikir bakımından ne derece geliştiğimizi anlamak için pekâlâ bir ölçü olarak kullanabiliriz.” (Goethe İle Konuşmalar 1, J. Peter Eckermann, Hece Yay., s. 200, 201, 202.)
Kaynaklar, Goethe’nin İslam’a ve Müslümanlara olan hayranlığının yetmiş yedi yaşına geldiğinde de devam ettiğini göstermektedir. Uzun yıllar Almanya’da yaşayan ve karşılaştırmalı Türk Alman edebiyatı üzerine önemli çalışmalara imza atan Senail Özkan, “Alman İslam Anlayışının Öncü Figürü Olarak Goethe” adlı makalesinde Almanlar açısından bugün gelinen noktanın iç karartıcı olduğuna dikkat çeker. Bismarck’ın Alman İmparatorluğunu kurmasından itibaren Alman edebiyat biliminde egemen anlayışın Goethe’nin millî şair olarak desteklenmesi olduğunu hatırlatan Özkan, Goethe biyografisi olarak son yıllarda ünlenen Peter Boerner’in kitabında, Batı-Doğu Divanı’ndan utanılacak bir şeymiş gibi bahsedildiğini, hatta İslam adının zikredilmemek için “Doğulu din” ifadesinin kullanıldığını söyler. Kendini aydınlanmacı Alman olarak lanse edenlerin bile İslam karşısında histerik bir korkuya kapıldığını vurgulayan Özkan, ortaya konan tavrı, ilhamını Voltaire’den alan aydınlanmacı şovenizmle açıklar. Nitekim Voltaire, Katolik kilisenin fanatizmine saldırmak için İslam’ı ve onun peygamberini temsili olarak kullanmış, başka düşüncelere saygısıyla övülen toleransını kendi ayaklarıyla çiğnemiş, kendi pozisyonunun üstünlüğünden emin bir aydınlanmacı olarak pervasızca Müslümanların duygularını yaralamıştı. Goethe, Voltaire’in sırf din adamlarına zarar versin diye, dini ve dinin dayandığı kutsal kitapları aşağılamasından rahatsız olduğunu, “dürüstlükten uzak, tarafgir ve birçok kutsal konuyu çarpıtması” yüzünden ona olan nefretinin her geçen gün arttığını söyler.
Bütün yaşamını arayış içinde, ışık peşinde geçiren Goethe, 1832 yılında ölüm döşeğinde, “Pencereyi açın, ışık daha çok girsin!” dedikten bir süre sonra vefat edecektir. Bugün Avrupa’da İslam’a ve Müslümanlara yönelik içten içe alevlenip duran, neredeyse sistematik bir düşmanlığa bürünen, siyasetten sanata, medyadan akademiye, bütün mecraları ele geçirmeye çalışan kin ve nefret söylemi, Goethe’nin bulduğu ışığın çok uzağında bir karanlıktan besleniyor. Açıkçası bu karanlık, onun yaşamı boyu açmaya çalıştığı pencereyi kapaklarıyla beraber kapatmaktan başka bir anlama gelmiyor.