Makale

DİYANETE SORALIM

DİYANETE SORALIM

İSLAM GELENEĞİNDE GAYRİMÜSLİMLERE MUAMELE NASIL OLMUŞTUR?
İslâm toplumunun bir üyesi olarak yaşayan gayrimüslimler, tarih boyunca Müslümanlarla karşılıklı güven esasına dayanan sosyal ilişkiler kurmuşlardır. Yer yer bilgisizlikten ve tahrikten kaynaklanan kimi olumsuzluklar görülse de farklı din ve kültürlerin barış içinde birlikte yaşamalarının somut örnekleri de bu tecrübeyle kayıt altına alınmıştır. “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!...” (Enfal, 8/61.); “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz… Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zalimler işte onlardır.” (Mümtehine, 60/8-9.) gibi ayetler ile Resul-i Ekrem’in gayrimüslime yapılan haksızlığın karşısında bizzat kendisinin duracağını bildiren sözleri (Buhârî, “Cizye”, 5; Ebû Dâvûd, “Cihad”, 153; Tirmizî, “Diyât”.) ve onlara verdiği pek çok yazılı güvence ile aynı yöndeki hulefa-i râşidîn uygulamaları bu tutumun temel dayanaklarını göstermektedir.
ŞEVVAL ORUCUNUN HÜKMÜ NEDİR? RAMAZAN’DA TUTULAMAYAN ORUÇLAR ŞEVVAL ORUCU NİYETİYLE TUTULABİLİR Mİ?
Ramazandan sonra şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kim ramazan orucunu tutar ve ona şevval ayından altı gün ilave ederse, sanki yılın bütününde oruç tutmuş gibi olur.” (Müslim, Sıyam, 204; Tirmizi, Savm, 53; Ebu Davud, Savm, 59.) buyurmuştur. Bu oruç peş peşe tutulabileceği gibi ara verilerek de tutulabilir. (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, III, 421, 422.) Şevval ayında nafile olarak tutulan oruç, ramazanda tutulmayan oruçların yerine geçmez; yani ramazanda tutulmayan oruçların ayrıca kaza edilmesi farzdır. Bir oruçta hem kaza hem de nafile yerine niyet edilmesi geçerli olmadığından şevval ayında tutulan oruçta da bunlardan yalnız birine niyet etmek gerekir. Şevval ayında oruç tutulurken, ramazanda tutulamayan oruçların kazasına niyet edilirse bu oruçlar kaza orucu olur.
İKİ BAYRAM ARASINDA EVLENMEK CAİZ MİDİR?
Ülkemizin bazı yörelerinde, ramazan ile kurban bayramları kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dini yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Aişe (r.a.) iki bayram arasında yer alan şevval ayında evlenmişlerdir. (Müslim, Nikâh, 73.) Şartlar ve imkânlar müsait olduğu zaman senenin bütün günlerinde ve günün her saatinde düğün yapılabilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu sebeple iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikâh kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır.
YAPILAN AKİTLERİN KAYDA GEÇİRİLMESİ ZORUNLU MUDUR?
Dinimiz yapılan akitlerin, hiçbir şekilde tartışmaya meydan vermeyecek şekilde net ve belirli yapılmasına itina gösterdiği gibi, çıkması muhtemel anlaşmazlıkların çözümünde de elde net kanıtların bulunmasına önem vermiştir. Tarafların akit sırasında bu işlem için dinen gerekli olan şartlara riayet etmemeleri ve öne sürdükleri şartları belgelememeleri, günümüz ticari hayatında karşılaşılan olumsuzlukların en önemli nedenlerindendir. İslam, alışveriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili olarak “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.” (Bakara, 2/282.) buyrulması, ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret etmektedir. Bir sonraki ayette ise, “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Allah’tan sakınsın.” (Bakara, 2/283.) buyrularak diğer alanlarda olduğu gibi ticari alanda da güven duygusunun çok önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Bakara suresi 282. ayetindeki borçlanma durumunda senet yapılması emri, ilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından zorunluluk olarak değil tavsiye olarak değerlendirilmektedir. (Kurtubi, el-Cami‘, IV, 431.) Ancak güven duygusunun, doğruluk ve dürüstlüğün olabildiğince zedelendiği günümüzde, ticari işlem ve akitlerin kayıt altına alınması, karşılaşılabilecek anlaşmazlıklarda hukuki açıdan belge niteliği taşıyabilecek vasıtaların kullanılması önem arz etmektedir. Bu bakımdan yapılan akitlerin yazılı hale getirilmesi, dini bir zorunluluk olmamakla beraber; tarafların Kur’an’ın tavsiyesine uyarak ticari iş ve işlemlerini kayıt altına almaları daha uygun olur.
KUL HAKKI YEMENİN HÜKMÜ NEDİR? KUL HAKKI NASIL ÖDENİR?
Hz. Peygamber (s.a.s.), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin, hak sahibi olan mazlumlardan helallik almalarını öğütlemiştir. Bunun yapılmaması durumunda hesap gününde haksızlık yapan kişinin salih amellerinin, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verileceğini, eğer verilecek salih amel bulunamazsa o zaman da mazlumun günahlarının zalime yükleneceğini belirtir. (Buhari, Mezalim, 10.) Yine Peygamberimiz (s.a.s.), imkânı olduğu halde zamanı gelmiş bir borcu ödemeyenlerin kul hakkını ihlal ettiğini şöyle ifade eder: “Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür.” (Buhari, Havale, 1.) Görüldüğü üzere kul hakkı, kişinin ahiret hayatı açısından önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın çok ağır bir vebali vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyenin bu günahını affetmemektedir. Çünkü ilahi adalet, bunu gerektirir. Veda hutbesinde Resulüllah (s.a.s.), “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır).” (Buhari, Hacc, 132.) buyurmuştur. Buna göre, gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal, sahipleri biliniyor ise kendilerine yahut mirasçılarına, bilinmiyor ise fakirlere veya hayır kurumlarına onların namına sadaka olarak verilmelidir. Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Mal ya da darp gibi şeylerle ilgili olmayan gıybet, bühtan gibi hak ihlallerinde en doğrusu, hak sahibine durumu anlatıp helalleşmek olmakla beraber, her zaman bu şartı yerine getirmek mümkün olmadığından ya da insanlar bundan çekindiklerinden, kendi adına tövbe edip, hak sahibi namına da istiğfar etmek, dua etmek ya da hayır hasenat yaparak sevabını ona bağışlamak, bu tür hak ihlallerine kefaret olur.
(İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, I, 113.)