Makale

Zamanın Hakkını Vermek

Zamanın
Hakkını Vermek

Bağdat çarşısında bir adam, yaz mevsiminin kavurucu sıcağında dağdan getirdiği buzları satarken bir yandan eliyle alnındaki terleri silmekte bir yandan da gelip geçenlere âdeta yalvarmaktadır: “Sermayesi sürekli tükenen bu fakirden buz alan yok mu?” O sırada çarşıdan geçmekte olan ve bu sahneyi gören derviş bir anda feryadı basar: “Eyvah sermayem!” Yanındakiler ona neden feryat ettiğini sorarlar. O da buz satan adamı göstererek, “Eriyen sadece onun buzları değil, benim ömrüm.” der.
Tasavvufi kaynaklarda yer alan bu menkıbe, insanla zaman arasındaki öğütücü ilişkiyi, herkesin ünsiyet kurabileceği bir vakıaya dönüştürür. Ömrü yazın sıcağında dur durak bilmeden eriyen buz gibidir insanoğlu. Hayatının ne kadarını Allah yolunda, güzel ve hayırlı işlerde harcarsa o kadarını kurtarmış, menkıbedeki ifadesiyle “değerlendirmiş” olacaktır. Boşa geçirdiği, ziyan ettiği her saniye ona pişmanlık ve feryat olarak dönecektir.

Bizler her sabah karşımızda tertemiz sayfalar gibi günler buluruz. Bu sayfaları gün boyu pek çok davranış, kaygı ve düşünceyle doldururuz. İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren kendine ayrılan sayfaları azaltarak sona doğru yaklaşır. Her doğum dünyaya gelmiş bir eceldir aynı zamanda. Farkında olsak da olmasak da zaman durdurulamaz bir biçimde akar. Bu akıştan bütün canlılar nasibini alır. Fakat insan, ölümün farkında olması hasebiyle ruhen ve bedenen bu akıştan en çok nasibini alan canlıdır. Çünkü o, doğum ve ölüm adlı iki kapının arasında zamana kayıtlı bir imtihana tabi tutulmuştur.
“Zaman sessiz bir testeredir.” der Kant. Testere, hayatın karşı konulmaz biçimde tükenişini imgeler. İnsanın mekân ve zamanla ilişkisi, tarih boyunca filozofların, kelamcıların ve mutasavvıfların zihnini en çok meşgul eden konu olagelmiştir. Felsefede zamanla ilgili ilk çarpıcı tespitin sahibi, Efesli filozof Heraklitos’tur. Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz, diyen filozof, aynı nehre girdiğini zannedenlerin üzerinden farklı suların akacağını ima ederek durağanlığın imkânsızlığına vurgu yapmıştır. Heidegger de varlığı ve tarihi anlamlandırırken zamanı kullanmış, yaşamın temel tanımını, ölüme giden dolambaçlı bir yol olarak ifade etmiştir.
En Büyük Sermaye Zaman
Cenab-ı Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir. İnsan ise fani bir bedene ve onu eskitmekle görevli bir zamana mukayyettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İki günü eşit olan aldanmıştır.” buyurmak suretiyle zaman karşısında Müslüman’ın sürekli teyakkuz hâlinde olması gerektiğini, davranışlarını ve bilgisini onun yeknesak akışı karşısında güncellemesi, yenilemesi gerektiğini vurgulamıştır. Birbirine eşit günler, zamana dair farkındalığın yitirilişini bize hatırlatır. Bu Nebevi ikaz, insanla zaman arasındaki zorunlu ilişkiyi, insanın lehine çevirmek hususunda ipuçları barındırır.
Zaman insanın en büyük sermayesidir. Onu, tasarruflu kullandığı ölçüde bereketlendirecek, dünyasını ve ahiretini mamur edebilecektir. Aksi hâlde zaman tarafından kendisi tüketilecektir. Dünya hayatı ahiretin tarlasıdır. İnsan burada ne ekerse sonsuz ahiret hayatında onu bulacaktır. İnsanın dünyadaki durumu, mevsimler karşısında sürekli uyanık olması gereken çiftçiye benzer. O, ektiklerinin ziyan olmaması için yağmura, güneşe ve bütün mevsim hareketlerine karşı süreklilik arz eden bir dikkat içinde bulunmalıdır. Bunu yapmazsa bütün çabası boşa gidecektir. Ve nasıl ki kimi topraklar diğerlerine nazaran daha verimliyse kimi zaman dilimleri de öyle değerli ve bereketlidir. İçinde bulunduğumuz üç aylar buna en güzel örneği teşkil eder. Hz. Peygamber muhtelif hadislerinde recep, şaban ve ramazan aylarının diğer aylardan farklı olduğunu buyurmuş; recep ve şaban aylarında nafile oruç tutmaya önem vermiş (İbn Hanbel, I, 27), örneğin şaban ayının on beşinci gecesine denk gelen Berat Gecesi için, Cenab-ı Allah’ın rahmetiyle dünya semasına tecelli edeceğini ve Kelp kabilesinin koyunlarının kıllarından daha çok sayıda günahı bağışlayacağını müjdelemiştir (Tirmizî, Savm, 39).
Öncelikler Sıralaması
Hayat bütün veçheleriyle Allah’ın (c.c.) kullarına nimeti ve ikramıdır. O, sonsuz kudretiyle insanı yoktan var etmiş, bir ruh ve beden sahibi olarak dünyaya göndermiştir. Başta akıl ve kalp olmak üzere konuşmak, görmek, yürümek, nefes alıp vermek gibi nimetlerle donatmıştır. İnsana verilen bütün nimetler emanettir. Varlığın yegâne sahibi olan Allah (c.c.) insanı boşuna yaratmadığını bildirmektedir: “Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115) Müslüman’ın sahip olduğu nimetleri kullanırken aklından çıkarmaması gereken husus, bunların kendisine emanet olarak verildiği ve tümünden hesaba çekileceği gerçeğidir: “Nihâyet o gün nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8) Ayrıca Kur’an’da nimetlerin israf edilmesi kınanmış, israf eden kimselerin Allah tarafından sevilmeyeceği buyrulmuştur (En’âm, 6/141).
İnsan, yegâne sermayesi olan zamanı da israf etmemeli, gaflete veya rehavete kapılmamalı, onu yeryüzündeki sorumlulukları doğrultusunda kullanmalıdır. Zamanın ne kadar değerli olduğunu Asr suresinde Allah (c.c.) bizlere açık bir biçimde bildirmektedir: “Asra (zamana) yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” Zamanın ve hayatın gerçek sahibi Allah, söze zaman üzerine yeminle başlayarak; imanın, salih amelin, hakkı ve sabrı tavsiye etmenin dışında kalan bütün eylem ve söylemlerin insanı hüsrana götüreceğini bildirmiştir.
Bu noktada anmadan geçemeyeceğimiz bir diğer husus, modern çağın beraberinde hızın, insanı sürekli bir geç kalmışlık hissiyle paralize etmesi ve boş vermişliğe itmesidir. Zaman kavramını, üretim değerlerinin bir nesnesi konumuna indirgeyen sistem, bireyi nitelikli-niteliksiz ayrımı yapmadan bir koşturmacanın içine sokmuştur. Geçip giden zaman karşısında insan, yolun sonunda neleri yapmaktan ve neleri yapmamaktan pişman olacağını kestirememektedir. Çünkü eğitimden iş hayatına, aileden sosyal yaşama uzanan pek çok alanda tam olarak başarı elde edemeyen, zamanını işlerine yetiremeyen, böylece gerçekte hiçbir açıdan mutmain olamayan bireyler çağında yaşıyoruz. Zamanın ufalayan hızı karşısında kişinin durup önem ve öncelikler sıralaması yapması gerekiyor. Bunu yaparken çağın ve ona dayatılan reflekslerin ötesinde bir disipline ve değerler manzumesine yaslanması, yolun sonunda en az pişman olacağı seçeneği bulmasına vesile olacaktır.
İnsanın değeri yaptığı işlerle biçilir. Jean Jeaques Rousseau’nun ünlü deyişiyle, “Ruh hiç farkında olmadan uğraştığı işlerin düzeyine alçalır veya yükselir.” Zamanı layıkıyla değerlendirme gayreti, doğal bir sonuç olarak bizleri yüksek anlam ifade eden meşguliyetlere yönlendirecektir. Çünkü sonlu hayat, insanı her aklına eseni yapma konforundan alıkoyar ve onu sorumluluk sahibi bir birey olmaya iter. Bu açıdan zaman, insanı tahdit etmekle beraber daima niteliğe, iyiliğe ve doğruya yönlendirir.
Hayatın Hakkını Vermek
Zamanı en iyi şekilde değerlendirmek için ne yapmalıyım? Bu soru, bizatihi zamana geçip gitmekte olan bir imkân olarak bakmamızı sağlar. İnsan, her gününde ve her anında bu soruyu kendisine sormalıdır. Böylelikle bir yandan yaşamın faniliğini bir yandan da önünde bekleyen işler arasında daima bir öncelik sıralaması yapması gerektiğini hatırlar. Hz. Peygamber, beş şeyden önce beş şeyin kıymetinin bilinmesi gerektiğini buyurarak geçip giden zamana karşı geliştirilmesi gereken dikkatin, yaşamın her anında korunması gerektiğini vurgulamıştır. Ölüm gelmeden önce hayatın, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hastalık gelmeden önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin kıymetini bilmek (Buhârî, Rikak, 3) aslında bir bilinç düzeyine davettir. Bu bilinç düzeyi, zamanın hakkını vermek olarak kavramsallaştırılabilir.
Nedir zamanın hakkını vermek? Her durum ve şartta gerçek öncelikler sıralamasından taviz vermemektir. Genelgeçer meşguliyetlerin ötesinde bizi iki dünyada saadete erdirecek sahici eylemlerin peşini bırakmamaktır. Sınırlı ömrümüzü eskilerin kıylükal dedikleri, boş konuşma ve gıybetle ziyan etmemek; kendimize fani dünyanın bizden kolayca koparamayacağı duruş ve meşguliyetler manzumesi inşa etmektir. İşimiz ve hanelerimiz arasında birbirini incitmeyen bir muvazene kurmak suretiyle yaşamımızı dengelemektir. Yapmamız gereken işleri, bir Müslüman’a yaraşır biçimde mükemmellik kaygısıyla sonuçlandırmak demektir. Zamanın hakkını vermek aslında hayatın hakkını vermektir. Bizlere emanet edilen hayatları, son nefesimize kadar en muhterem nimet bilip değerlendirmek, boş ve faydasız işlerle ziyan etmemek demektir.

Ali Fuad Başgil’den gençlere tavsiyeler
Her yer çalışmanın en müsait yeridir.
Bir zamanda yalnız tek iş üzerine yogunlaş.

Bir işi bitirmeden digerine geçme.
İstikrarlı çalış. Uzun süreli çalışmayı bırakma.

Her gün ve her saat çalışmanın en müsait zamanıdır.
Her günün derdi kendine yeter. Bugünün işini yarına bırakma.

Karar verip, plan yapmadan çalışmaya başlama.
Çalışırken herhangi bir güçlüğü yenmeden geri adım atma.
Karşındaki iş yığınını böl, parçala öyle hallet.
Dinlenmek için yavaşla veya iş değiştir ama boş durma.
Çok düşün. O da en yorucu işlerden birisidir.
Ne kadar çalıştığın değil, çalıştığın sürede ne kadar iş yaptığın önemlidir.
Fikrî çalışmalar için aynı saatlerde ve devamlı, günde iki-üç saat kâfidir.
Sabret. Damlaya damlaya göl olur.
Acele etme. Sakin ve metin ol. Sindirerek çalış ve öğren.
Hiçbir konuyu küçümseme ve ihmal etme.
Akşam kendine “Bugün ne yaptım, yarın ne yapacağım?” de.
Her gün iyi bir eserden beş-on sayfa oku.


Uzmanına Sorduk
İnsanın paha biçilmez sermayesi olan zamanı değerli ve bereketli kılma yollarını Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Doç. Dr. Ülfet Görgülü’ye sorduk.
İnsan hayatı âdeta bir kum saati gibi sürekli akıp gidiyor. Bu akıp gidişi durdurmak veya yavaşlatmak imkânsız. Peki, değerli kılmak, bereketlendirmek mümkün mü? Zaman nimetini layıkıyla kullanmak için neler yapmalıyız?
Sahibuzzaman olan Yüce Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimetlerden biridir zaman. Şafağıyla, kuşluğuyla, gecesi, gündüzü ve asrıyla Kur’an-ı Kerim’de üzerine yemin edilen, değerine dikkat çekilen zaman, bir yandan da çetin bir imtihan. O zamanın içinde bir süre biçilmiştir her birimize, adına ömür dediğimiz bir sermaye. Paha biçilmez bu sermayeyi bereketlendirip kazanca çevirmek de, israf edip tüketmek de kendi elimizde.
Zaman anbean ukbaya doğru akarken ve insan adım adım yaklaşırken ölüme, gök kubbenin altında kaç yıl, mevsim, ay, gün, saat, dakika geçirdiğinin değil, vakti nasıl değerlendirdiğinin çetelesini tutabilmeli. Gayret ve çabasını, hesabını verebileceği bir hayat yaşayabilmek için seferber etmeli. Meselenin uzun değil, nitelikli bir ömür sürmek olduğunu bilmeli.
Hayatı değerli ve bereketli kılmak, zamanın kıymetini bilmekle mümkün. İşe, öncelikle insan olarak yaratılmış olmamıza şükretmekle ve Yaradan’a kul olmayı en yüce pâye bilmekle başlayabiliriz. Gözümüzü açtığımız her gün günahlarımıza tövbe, hatalarımızı telafi etmek, yanlışlarımızı düzeltmek için yeni bir fırsat; iyilik yapmak, gönül almak, dua kazanmak için büyük bir şanstır. Ömrümüzü, Rabbimize kulluk ve ibadet, kullarına hizmet ve merhametle değerlendirebilirsek ona anlam ve derinlik kazandırmış oluruz.
Büyüklerimiz bize zamanın kıymetini bilmekten ve bereketlendirmekten bahsederlerdi, biz ise zaman tüketmekten, vakit öldürmekten dem vurur olduk. Tüketip öldürdüğümüz şeyden nasıl hayır umabiliriz ki? Hüsrana uğrayanlardan olmamak için Asr suresine kulak vermeli, iman ve salih amelle bütünleşmiş, hakkı ve sabrı tavsiyeyle örülü bir ömür yaşamaya talip olmalıyız.
Modern çağda insan gittikçe artan bir hızın cenderesi içinde ne yapacağını bilemez hâle geliyor. Bir yanda büyük bir hızla akıp giden zaman, öte yanda birbirinin ayağına basan meşguliyetler, ilgiler. Burada insan için nasıl bir öncelik sıralaması elzemdir?
Hızına yetişebilmek için kendimizi âdeta paraladığımız günümüz dünyasında her şeyden önce durmasını bilmeye, derin bir nefes almaya, kendi özümüze dönmeye, var oluş gayemiz ve yaşama amacımız üzerinde tefekkürde bulunmaya ihtiyacımız var. Kur’an ve sünnetin rehberliğinde önceliklerimizi belirlerken ibadetlerimizin ilk sırayı alması gerektiğini unutmamalıyız. Namaz, oruç, zekât, hac gibi vakitlere bağlı ibadetleri yerine getirirken, aslında İslam’ın, müntesiplerinin hayatını ibadet merkezli programlandığına bizzat yaşayarak şahitlik ederiz. Modern zamanın mümini namazı gündelik meşguliyetlerinin arasına sıkıştırmaya çalışadursun, hayatı iki namaz arasındaki fasılalar olarak yaşamaya özen gösteren örnek şahsiyetler, kısa ömürlerine büyük işler sığdırmışlardır.
Bugün bize düşen de iman ve ibadetlerimizden aldığımız manevi güç ve motivasyonla yaptığımız işin hakkını vermeye; aile, akraba, komşu ve arkadaşlık başta olmak üzere tüm insani ilişkilerimizi ahlaki zeminde sürdürmeye; varlığıyla topluma artı değer katan bir fert olmaya gayret etmek olmalıdır.
Kimi önemli gün, gece ve ayların İslam’da değerli olduğunu biliyoruz. Zamanı bereketlendirmek için bu aylarda neler yapmalı, ne gibi eylem ve düşünceler içinde bulunmalıyız?
Yeniden üç ayların ve kandillerin manevi iklimine bizleri eriştiren Mevla’ya hamdederiz. Yıl içine serpiştirilen mübarek gün ve geceler, silkelenip kendimize gelmemiz, ömrümüzün muhasebesini yapmamız, Rabbimizin mağfiret ve rahmetine erişebilmemiz için fırsat zamanlarıdır. Mümin olarak her zaman aklıselim ile hareket etmeye, ibadetlerimizi ihlas ve aşkla yerine getirmeye, çevremize karşı duyarlı olmaya özen göstermemiz gerekir. Ancak kimi zaman en temel sorumluluklarımızı yerine getirmede bile ihmalkâr davrandığımız, nefsin arzu ve meyillerine yenik düştüğümüz de bir gerçek. Bu mübarek günleri samimiyetle tövbe, halisane kulluk ve hayırlı işler için bir başlangıç olarak görebiliriz. Ellerimizi kötülükten, dillerimizi dedikodu, yalan ve gıybetten, bakışlarımızı haram kılınanlardan uzak tutarak, iyi bir insan olmaya gayret edebiliriz. Kırdığımız kalpleri tamir edip, hak ve hukukunu ihlal ettiğimiz kimselerle helalleşebiliriz.

İbn’ül- Vakt Olmak
İnsan yaşadığı vaktin çocuğudur. “İbn’ül- vakt olmak” tasavvuf anlayışında Allah Teâlâ’nın her an yeni bir tasarrufta olduğunun (Rahmân, 55/29) idrakiyle ânın kıymetini bilmek, dünyada kendisine emanet edilmiş muayyen vakti, sahibinin rızası ve izni doğrultusunda kullanabilmek, ilahi tecellilere teslimiyet göstermektir. İnsan ne düne dönebilir, ne yarına yetişebilir. Geçmiş için hayıflanmak, gelecek için kaygılanmak mümince bir tavır olarak görülmemiştir.
Aslında insanın Yaradan’ından ayrı geçen bir ânı yoktur. Zira Yüce Allah, kuluna şah damarından da yakın olduğunu bildirmektedir. (Kâf, 50/16) Lakin günlük hayatın koşturmacası içinde, dünyanın bin türlü meşgalesiyle perdelenen insan gaflete düşüp özüne yabancılaşmakta, kendini unuttukça Rabbinden de uzaklaşmaktadır. ibn’ül- vakt olanlar zamana, mekâna ve kalplerine hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu fehmederek enfüs ve afaklarında, O’nun isim, efal ve sıfat tecellilerini temaşa eyler de “Rabbimiz, Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/191) diyerek niyaz ederler. Gönülleri Allah’ın zikriyle meşgul, kâh vahdetten zuhur eden kesreti, kâh kesrette mündemiç olan vahdeti seyre dalarlar.