Makale

Güneşin En Güzel Doğduğu ve Battığı Yer: ADIYAMAN

Güneşin En Güzel Doğduğu ve Battığı Yer:

ADIYAMAN

Efendim; “Evvel zaman içinde, çook uzak diyarlarda Antiochus adında kibirli mi kibirli bir kral yaşarmış. Günlerden bir gün karşısında heybetle duran Nemrut Dağı’na gözü takılmış. Hemen hizmetkârlarını çağırmış, ‘Kimse ve hiçbir şey benim krallığımdan daha yüksekte duramaz!’ diye bağırmaya başlamış. Hizmetkârlar ne söyleyeceklerini bilememişler. Kral, sözlerine şöyle devam etmiş. ‘Bu dağı yok edin hemen!’ Kâhinler ve bilgeler korku içinde kalmışlar. Fısıltıyla cevap vermişler: ‘Aman efendim koca dağı nasıl yok edelim?’ ‘Bana karşı mı geliyorsunuz?’ diye kükremiş Kral Antiochus…” diye başlıyor bu masal.

Ehh benim masal dediğime bakmayın. Bu olay milattan önce 100’lü yıllarda gerçekten yaşanmış. “Nereden biliyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Eee boşuna yolgezer demiyorlar bana, anlatayım da sizler de bilin.

Bu, Adıyaman’a ikinci gelişim. Belki de en rahat fotoğraf çekebildiğim yer Adıyaman; sıcakkanlı ve misafirperver insanlar Adıyamanlılar. Ne de olsa Anadolu’nun binlerce yıllık kültürel birikimine sahipler, sayısız uygarlığa da ev sahipliği yapmışlar.

Tatlı bir eylül sabahı uçaktan iner inmez hemen otele geldik. Mesafe oldukça yakın. Yaptığımız güzel bir kahvaltıdan sonra yanımıza kalın bir polar, bere ve montlarımızı alarak aracımıza bindik. Eylül ayında bu polar hatta bere ne işe yarayacak diye düşündüyseniz eğer, biraz sabır, yazımın devamında anlayacaksınız.

Nemrut Dağı’na çıkmadan önceki ilk durağımız Karakuş Tümülüsü. Kommagene Krallığı’ndaki soylu hanımlar için yapılmış bu anıt mezarda dört tane kraliçenin yattığı söyleniyor. Hayat fani, kraliçe bile olsan öleceksin. Tümülüsün tepesine çıkıp baktığınızda Fırat havzasını görüyorsunuz. Ilık ılık esen sonbahar rüzgârı hafiften serinlemiş gibi. Ama manzara o kadar güzel ki insan aşağı inmek istemiyor. Buraya Karakuş isminin verilme sebebi ise tümülüsün güneyinde dikili sütunun üzerindeki kartal heykeli. Tümülüsün doğusunda da yaklaşık 10 metre yüksekliğinde iki adet sütun bulunuyor. Eskiden birinin üzerinde boğa, diğerinin üzerinde ise aslan heykeli varmış. Artık sadece boğa heykeli var ve ne yazık ki baş kısmı olmayan bir boğa.

Güneşin batmasına az zaman kaldığı için burada daha fazla oyalanmadan hemen minibüsümüze binip Cendere Köprüsü’ne gidiyoruz. Geçtiğimiz yollar bir film karesi gibi. Bazen bir keçi sürüsü yola atlıyor bazen de yol kenarındaki amcalarla selamlaşıyoruz. Şöförümüz oldukça temkinli. Her gün en az iki sefer yaptığını söylüyor. Minibüsün radyosunda “Burası Adıyaman” türküsü çalıyor...

Şimdi tarihi yaklaşık iki bin yıllık Cendere Köprüsü’nün yanındayız. Yaklaşık 120 metre uzunluğundaki bu köprü, Roma İmparatoru Septimius Severus’un emriyle XVI. Lejyon tarafından yaptırılmış. Roma Köprüsü veya Septimius Severus Köprüsü olarak da biliniyor. Köprünün başında ve sonunda, üzerinde kitabeler olan toplam üç sütun bulunuyor. Kitabelerden anlaşıldığına göre güney girişindeki sütunlardan biri İmparator Septimius Severus, diğeri karısı Julia Domna; kuzeydeki girişin bir tarafında bulunan sütun ise oğulları Caracalla adına dikilmiş. Bu sütunun karşısında, köprünün yapıldığı dönemde, oğulları Geta adına dikilmiş bir sütun daha olduğu biliniyor. Ancak Septimius Severus’tan sonra tahta geçen İmparator Caracalla, kardeşi Geta’yı öldürterek Roma topraklarında kardeşinin adını yaşatan ne varsa yıktırmış; bu yıkımdan Cendere Köprüsü’ndeki Geta adına dikilen sütun da nasibini almış.

Köprü, her biri tonlarca ağırlıkta olan kesme taşlardan yapılmış. İşin en ilginç yanı da hiç harç kullanılmamış olması. İnşa edilirken depreme karşı esneme payı dahi hesaplanmış. Fotoğraf çekmek için altta akan Cendere Çayı’nın kenarına indiğimde oradaki keçi çobanıyla biraz sohbet etme imkânı buldum. Söylediğine göre, yakın bir zamana kadar köprü trafiğe açıkmış.

Köprüyü bir uçtan diğer uca kadar yürüyerek ve tabii fotoğraf çekerek geçiyoruz. Cendere Çayı’nın kenarındaki kısacık çay molamızdan sonra hemen minibüse biniyoruz. Gün batımı için geldiğimiz Nemrut Dağı’ndaki bu güzel manzarayı kaçırmak istemiyoruz.

Buraya ilk geldiğim yıllarda oldukça bozuk olan yol şimdilerde asfaltlanmış. Yine de epey bir döne dolana 2100 metreye kadar çıkıyoruz. Ama sanmayın ki minibüsler sizi dağın tepesine kadar çıkarıyor. Esas yürüyüş araçtan indikten sonra başlıyor.

Hava iyice serinliyor. Üzerimize polarları giyiyor ve tırmanmaya başlıyoruz. Uzun yıllar dağcılık yaptığım için bu tırmanış benim için kolay olsa da arkadaşlarım benimle aynı fikirde değiller. Yol boyunca birkaç kez mola vererek zirveye ulaşıyoruz. Muhteşem bir manzara var burada. Öncelikle mekânı biraz anlatayım size. Burası kırma taşlardan oluşan 50 metre yüksekliğinde, 150 metre çapında suni bir tepe. Biz önce doğu terasına yöneldik. Doğu terası kutsal merkez kabul edildiğinden en önemli heykeller ve mimari kalıntılar burada bulunuyor. Hem doğu hem de batı terasında yükseklikleri 8-10 metreye ulaşan, kireçtaşı bloklarından yapılmış heykeller bulunuyor. Bir yandan fotoğraf çekiyor, bir yandan da bu kocaman taşları nasıl bu hâle getirdiklerini düşünüyorum.

Bu arada havanın iyice soğuduğunu söylemem lazım. Montları ve bereleri de giyiyoruz. Yavaş yavaş herkes batı terasına doğru ilerlemeye başlayınca biz de fotoğraf çekmeyi bırakıp terastaki yerimizi almak için adımlarımızı hızlandırıyoruz. Tabii herkes bizim gibi tedbirli değil. Rüzgâr şiddetini gittikçe artırıyor. Üşüyenler için kenardaki birkaç çocuk battaniye kiralıyor. Fırat Nehri’ne hâkim bu tepede bütün gözler güneşi takip ediyor. İçinizden “Aman canım, güneş değil mi bizim buralarda da çok güzel.” demeyin. Aradaki fark şu, bundan iki bin yıl önce Yunan ve Pers uygarlıkları gibi iki farklı kültürü birleştiren bir krallık varmış burada. Ve bu kral için düzenlenen törenler belki de şu an bizlerin oturduğu yerde yapılıyormuş. Ayrıca uçsuz bucaksız gibi görünen bu muhteşem topraklarda güneş daha bir farklı batıyor. İnanmıyorsanız gelin bakın.

Eveet, en heyecanlı bölümü en sona sakladım. Kral Antiochos’un mezarı bu tümülüsün içindeymiş. Bugün bile hâlâ açılmamış ve esrarını korumaktaymış. Aslında açılmamış demek pek doğru olmaz. Anlatılanlara göre ne zaman birileri tümülüsü açmak istese başlarına kötü olaylar gelmiş ve tümülüs açılamamış. Tam bir macera filmi gibi değil mi?

Güzel şeyler neden hep kısadır? Güneş battı. Bu muhteşem görsel şöleni seyreden yerli yabancı herkes, yavaş yavaş dönüş yoluna geçti. Biz biraz daha kaldık. Güneş batmış olmasına rağmen gözümüz ufuktaydı. Kimse konuşmadı. İçimden, beni böylesine renkli bir coğrafyada yaşattığı ve bu güzellikleri görmemi sağladığı için Allah’a bir kez daha şükrettim.

Ne kadar kalın giyinirsek giyinelim üşümüşüz tabii. Minibüsün bizi bıraktığı yerde, sımsıcak içecekler sunan, sevdikleriniz için küçük hediyelikler alabileceğiniz dükkânlar var. Birer bardak çay içiyor ve içimiz çayla, aklımız güzel anılarla ısınmış olarak dönüş yolculuğuna geçiyoruz.

Bir başka mekânda görüşmek dileğiyle… İçinizdeki güneş hiç batmasın.