Makale

Dindarlığın Modern Kent Yaşamıyla İmtihanı

Biz bize
DİNDARLIĞIN MODERN KENT YAŞAMIYLA İMTİHANI
Kaan H. Süleymanoğlu
Modern zamanların kentleşme deneyimi, insanlık tarihi için de yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Dünya nüfusunun son yüz yılda beş kat artması, milyonlarca insanın kentlerde birlikte yaşama zorunluluğunu doğurmakla kalmadı, değişen ve tazyik kazanan yeni davranışlar üzerinden bireysel hayatlarda pek çok duygu ve düşünceyi revize etti. İnsanlar, gelir düzeylerine göre sitelerde, apartmanlarda, gecekondularda iç içe yaşamak, geleneksel yaşam pratiklerinin çok uzağında refleksler geliştirmek durumunda kaldılar.
Kent yaşamı, nüfus artışına paralel olarak kültürleri, alışkanlıkları ve açıkçası tarihin akışını değiştirdi. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin son elli yılı, köyden şehre göç eden milyonlarca insanın, tarım toplumu alışkanlıklarıyla kent yaşamına intibak ederken ortaya çıkardığı toplumsal sancıların gölgesi altında şekillendi, denilebilir. Bu göçten sanat, siyaset, toplumsal yaşam kadar dinî tutum ve yaklaşımlar da nasibini aldı. Rakamlara bakılacak olursa, ekonomik, sosyal ve kültürel sebeplerle sarmaş dolaş gelişen iç göç sürecinin, oldukça yüksek bir debiyle gerçekleştiği görülür. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 1927’de yüzde 24.2 olan kent nüfus oranı, 2016 yılına gelindiğinde yüzde 92.3 seviyesine çıkmış; kır nüfusu da aynı tarih aralığında yüzde 75.8’den yüzde 7.7’ye gerilemiştir. Köyden kente göçün özellikle 1950 sonrası hızlandığı, 1985’e gelindiğinde oranın kır nüfusu aleyhine bozulduğu anlaşılır. Yarım asrı aşan bu büyük göç dalgası, Türkiye’ye dair bütün tahlil ve tespitlerin öncelikle dikkate alması gereken bir sosyolojik referans olma özelliği taşır aynı zamanda.
Köyden kente göç eden “aile”nin güvenlik çemberi olarak yeni bir anlam kazanan dindarlık, daha önce kırsalda görülmeyen pek çok bilgi, görgü ve alışkanlıkla harmanlanacak, yeni çevreye adaptasyon için kendini hızla güncelleyecektir. 1980 sonrası Türkiye’de dinî grupların yaygınlaşması, dinî yayıncılık faaliyetlerinin ivme kazanması bir yandan siyasal ortamın bir yandan da köyden kente gelip tutunacak bir çevre arayan insanların ortak enerjisiyle gerçekleşmiştir. Türkiye’nin kendi nazik sosyolojisi, onu diğer İslam ülkelerinden hem tarihî birikim hem de entelektüel donanım açısından istisnai bir yere oturtur. Mesela bir şehir dindarlığı olarak tezahür eden İslamcılık düşüncesi Said Halim Paşa’dan Mehmet Akif’e, Musa Kazım Efendi’den Necip Fazıl’a, hasılıkelam Tanzimat’tan itibaren bütün vadilerde, en büyük karşılığı kırsal reflekslere sahip kitlelerde bulmuştur. Burada kırsal refleksin ne olduğunu açıklamamız gerekiyor. O, korumacı ve muhafazakâr karakteriyle, dâhil olduğu sosyal, siyasi ve dinî grupları kendince dönüştüren, etkilendiği kadar etkileyen; netice olarak da bugün Türkiye’de yaşanan dindarlığın dününü, bugününü ve yarınını belirleyen bir tavrın adıdır.
Aslında taşranın doğal dindar karakterinden bahsediyoruz. Bu karakterin en belirgin yanı, hayatı dinî olan ve olmayan diye tasnif etmeyen, zihnini kelami meselelerle yormayan, inancında geleneksel yaklaşımları esas alan vasat tutumudur. O, henüz modern hayatın parçalayıcı, tasnif edici yüzüyle doğrudan tanışmamış, dinle ilişkisini entelektüel yaklaşımların ve rasyonel denklemlerin dışında kültürel hayatla iç içe geliştirmiştir. Taşrada akıp giden hayatın merkezinde din vardır. Camiler, insanların kıraathanelerden sonra birbirleriyle sıcak etkileşim içine girdikleri ikinci en önemli sosyalleşme mekânlarıdır. Mevlit ve sünnetler tıpkı düğünler gibi hayatın doğal bir parçasıdır orada. İlçelerde, kasabalarda yaşam; esnafıyla, pazaryeriyle, kıraathanesiyle cami etrafında serpilmiştir. Bugün hâlâ Anadolu’da günlük yaşamın bütün canlılığıyla büyük camilerin çevresinde halelendiği görülür.
İnsan mekânı, mekân insanı inşa eder. Müslüman beldelerin en önemli nişanesi olan cami merkezli hayat felsefesi, zihinlerin de dizayn edilmesine, iyinin, güzelin ve doğrunun orada toplumsal zemin bulmasına vesile olmuştur. Bugünün modern kent yaşamında kendine alan açmaya çalışan dindarlığın arka planında taşradan gelen insanların hassasiyetleri önemli bir yekûn tutar. Hâlihazırda kentlerde yaşayan insanlar, yazının başında verdiğimiz göç rakamlarının da gösterdiği gibi bir veya iki kuşaktır kentlerde yaşamakta ve kırsalla fiziki, hissî alışverişini bir şekilde sürdürmektedirler.
Türkiye’nin hızlı şehirleşme deneyiminin yüz ifadesi hayrettir. Birkaç nesil, bu hayretten payını kaçınılmaz olarak almış; şehrin kendi öncelikleri, kuralları karşısında saf inançlarıyla korunaksız kalmışlardır. Burada ayıbın anlamı değişmiş, saygının ölçüleri başkalaşmıştır. Devasa burgacıyla bireyi kendi içine çeken kent, ona yabancısı olduğu bir hayat tarzını dayatmıştır. Bu yeni hayatın dinamosu hız ve kazançtır. Her şeyden önce zamanın taksimi değişmiştir. Köyden kente göç edenler için modernleşmenin geç kalmış sancıları yaşanmaktadır. Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” başlıklı yazısında, “Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.” demişti. Kentte günü yirmi dört eşit parçaya bölen saat, kentin nabzını temsil eder. Nesiller boyu yaşamını, işine ibadetine ve doğaya uyarlayarak düzenleyen insan için bu yeni durum huzursuzluk vericidir. Yahya Kemal’in, “Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?” ünlemi de Batı düşünce tarzıyla inşa edilen bütün modern kent yaşamlarını içine alıyordu.
Kırsalda sükûnet içinde akan günler burada âdeta birbirini kovalamakta, insanla mekân arasındaki ilişkinin seyri, yeni ve modern hurafelerle belirlenmektedir. Kriz, ilk önce zaman, sonra mekân planında yaşanmış; taşrada cami çevresinde serpilen hayatın kentte alışveriş merkezileri ve zengin muhitler çevresinde değer kazanmasıyla devam etmiştir. Komşuluk ilişkileri ise gecekondulardan apartmanlara, sitelere doğru gidildikçe seyrelmiş, neredeyse kendine yer bulamamıştır. Çocukların eğitimi, güvenlik ve rekabet ekseninde halledilmeye çalışılmış; ulaşım, sağlık ve beslenme gibi temel insani ihtiyaçlar, kırsal hayatta veya küçük şehirlerin çok uzağında gereksinimlerle ortaya çıkmıştır.
Şehirler esasında tarih boyunca medeniyetlerin kuluçkaları, ilmin ve insani erdemlerin billurlaştığı toplu yaşam alanları olarak ortaya çıkmıştır. Eflatun, insanın en büyük erdemi olarak şehir kurma erdemini gösterir. İslam düşünürü Farabi, Medinetü’l-Fazıla adlı eserinde, toplum olarak mükemmelliğe ve mutluluğa ulaşabilmenin yolunun erdemliler şehrinden geçtiğini vurgular. İslam medeniyeti bizatihi şehirde doğmuş, komşu şehirlere yayılmış, ilk yüzyıldan itibaren ihtişamlı eserlerini buralarda üretmiştir. Daha doğrusu İslam medeniyeti her anlamıyla bir şehir medeniyetidir. Geleneksel şehirler, sadece binalardan ve insanlardan oluşmaz. Orada inancın, kültürün, örfün ve insani hassasiyetlerin bir bütün olarak harmanlanarak tekdüzelikten uzak, değişken, aktüel bir karakter kazandığı gözlenir. Fakat sanayileşme sonrası, tarihte eşi benzeri görülmemiş kalabalıklara ev sahipliği yapan şehirler, estetikten uzak, kapitalizmin standardizasyonuna maruz kalmıştır. Bugün kent dediğimizde birbirinin kötü birer kopyası olan ve insanı nesneleştiren yoğunluklu yaşam alanlarından bahsetmiş oluyoruz.
Peki, değişen zamana ve mekâna, İslam ahlakının değişmeyen değerleriyle mukabelede bulunmak, intibak sağlamak ne ölçüde mümkündür? Öncelikle unutmamak gerekir ki kentler, kırsaldaki gibi insanların birbirini denetim altında tutamadıkları, kırsalın korumacı ve aynı zamanda gözetleyici davranışlarının yer bulamadığı yaşam alanlarıdır. Bu açıdan bütün ahlaki seciyeler, kentte yalnız başına test edilme imkânı bulacak, dindarlık ile şahsiyet sarmaş dolaş gelişecektir. Kentle ilk karşılaşma esnasında yaşanan kriz zamanla yerini sükûnete bırakacak, dindar birey burada da sosyal çevresini adım adım ve dikkatlice inşa edecektir. Kentler, çevre seçimi hususunda taşraya göre oldukça zengindirler. Bütün olumsuz yanlarına karşın kent yaşamı, Müslüman için hem kendini hem ailesini yetiştirmesi, yaşadığı çağın gereklilikleriyle teçhiz etmesi bakımından geniş imkânlar barındırmaktadır. İslam tarihi, medeniyet değerlerinin şehirlerde doğup büyüdüklerine dair sayısız misalle doludur. Bu açıdan Müslüman bireye ve aileye düşen, kentin bütün hayatı belirleyen alışkanlıklarına karşı temkini ve dikkati elden bırakmaması, yaşamını değerlerinin özüne sadık kalarak ve inançlarıyla güçlendirerek ihata etmesidir. Bu açıdan İslam dini, yeryüzünde hiçbir inanç ve düşünce sisteminde rastlanmayacak iç donanıma sahiptir. Doğduğu andan itibaren koruduğu ahlaki yasalarla bir bedeviyle medeniyi, ümmiyle münevveri aynı safta birleştirmeye muktedir olmuş; biçimsel bütün şartları kendi nefesiyle yoğurmayı, evirip çevirmeyi bilmiş; Arap çöllerinden Asya steplerine, Endülüs’ten Mezopotamya’ya yüzyıllar boyunca dipdiri nefesiyle hayat vermiştir. Bu nefes, modern kentin ilk bakışta karamsarlık aşılayan keşmekeşi karşısında da işlevselliğini ortaya koyacak, bugün sosyal bilimcilerin yeni bir tutum olarak tespit ettikleri kent dindarlığı kendi geleneğini üretecektir. İslam dininin evrensel ahlak ilkeleri bir özsu olarak kentlerin insan tabiatında uzak, yabani çehresini ehlileştirecek, onu fıtrat aşısıyla insanileştirecektir. Bunun için sadece zamana, dikkate ve kendini geliştirebilen bir dinî ihtimama ihtiyaç vardır.