Makale

Tarihî Seyri İtibarıyla Medreseler

Tarihî Seyri İtibarıyla Medreseler
Dr. Yaşar AKASLAN Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Hedeflenen medeniyetin teşekkülü ya da toplumun ıslahı açısından kadim kültürlerde olduğu gibi İslam medeniyetinin temel unsurları arasında da eğitim-öğretim faaliyetleri yer alır. Bu çerçevede eğitim-öğretim Kur’an’da, Hz. İbrahim’in duasında “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (Bakara 2/129.) şeklinde yer bulmuş ve bu ayetin izahı sadedinde, Kur’an’ın mübelliği ve müfessiri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Allah, beni bir muallim olarak gönderdi.” (Müslim, Talâk 29.) ifadeleri, İslam eğitim-öğretim faaliyetlerinin dayanak noktasını teşkil etmiştir. İslam eğitim-öğretim tarihinin temel müesseselerinden olması itibarıyla da “medrese”, tarih boyunca önemini korumuştur.
Medrese, “okumak, anlamak, bir metni öğrenmek ve ezberlemek için tekrarlamak” anlamlarında “drs” kökünden gelip “ders yapılan mekân” demektir. Erken dönemde, bu isimle anılmasa da fonksiyonu açısından benzeşen kurumlar mevcuttur. Kurumsallaşma öncesi medreseye temel teşkil edebilecek birtakım oluşumlardan söz edilmektedir. Bu bağlamda donanım ve mahiyet bakımından farklılık arz etseler de işlevsel benzerliklerine istinaden İslam’ın Medine Dönemi’nde Kur’an öğretiminin yapıldığı bir ev olan Dârü’l-kurrâ ile tesis edildiğinden beri eğitim-öğretim kurumu işlevi gören Mescid-i Nebevî ve özellikle bünyesindeki Suffe’ye işaret edilmektedir. Suffe, medrese kurumunun temeli ve en eski medrese modeli kabul edilir.
Öteden beri ders mekânları olarak kullanılan mescitler, müstakil medrese binaları yapıldıktan sonra da bu fonksiyonlarını devam ettirmiştir. İslam medeniyetinin yüz akı olan Endülüs, bu durumun en bariz örneğidir. Nitekim Endülüs’te eğitim-öğretim faaliyetleri, bağımsız medrese binaları yerine camilerde gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla ilk asırdan itibaren mescitler, medrese öncesi ilmî faaliyetlerin merkezini oluşturmuş, gerek İslami ilimlerin gerekse felsefe, matematik, tıp vb. disiplinlerin gelişmesinde; dönemlerinde ve sonrasında otorite âlimlerinin yetişmesinde önemli rol oynamıştır.
Medreselerin doğuşu
Medreselerin başlangıç zamanı için Abbasiler Dönemi gösterilir. Halife Me’mûn zamanında, 832 yılında Bağdat’ta Beytü’l-Hikme ismiyle bir müessese kurulmuştur. Bu kurumun başına da Yahya b. Mâseveyh (ö. 857) getirilmiştir. Beytü’l-Hikmelerde din ve millet ayrımı olmaksızın Arap, Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere muhtelif unsurlar birlikte çalışmıştır. Buralarda Yunan, Hint, İran vb. kadim kültürlere ait kaynaklar incelenmiş, Aristo ve Platon gibi pek çok filozofun eseri Arapçaya çevrilmiştir. Beytü’l-Hikme müesseselerinde, bu çalışmaların yanında, yüksek seviyede eğitim-öğretim faaliyetleri de yapılmıştır. Gerek Beytü’l-Hikme gerekse aynı dönemde Kahire’de kurulan Dâru’l-İlim ve Beytü’l-İlim gibi kurumlar eğitim-öğretim merkezi işlevi görerek medreselerin doğuşunda etkili rol oynamıştır. (Cahid Baltacı, İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul: İFAV, 2016, s. 152.)
Eğitim-öğretim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği müesseseler için “medrese” kelimesinin ilk kez IX. asırda kullanıldığı belirtilir. (Mehmet Dağ-R. Öymen, İslam Eğitim Tarihi, Ankara: 1974, s. 119.) Resmî açıdan müesses bir yapı olarak devlet eliyle kurulması ise X. asırda Karahanlılar Dönemi’nde gerçekleşmiştir. Buna göre ilk resmî medrese Merv şehrinde, Arslan Gazi Tafgac Han (ö. 1035) tarafından kurulmuştur. Arslan Gazi vefat ettiğinde, bânîsi sıfatıyla buraya defnedilmiştir. (Baltacı, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 152.)
İslam tarihinde ilk medresenin kuruluşu Nizâmü’l-Mülk’e (ö. 1092) isnat edilse de ondan önce Nişabur’da Beyhakiyye Medresesi’nin kurulduğu kayıtlarda yer almaktadır. Ayrıca Ebû Hâtimu’l-Bustî’nin şahsi kütüphanesini medreseye dönüştürüp yanına da yabancı öğrencilerin kalacağı bir yer inşa etmesi, özel medreselerin Nizâmü’l-Mülk öncesine dayandığını gösterir. Öte yandan Nizamiye Medreselerinden önce Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde fıkıh ve hadis ağırlıklı medreselerden de bahsedilir. Ancak benzer kurumların faaliyetlerinin uzun soluklu olmaması, Nizamiye Medreselerinin ve Nizâmü’l-Mülk’ün adından sıkça söz edilmesine neden olmuş ve İslam dünyasında “ilk medrese” mevzubahis edildiğinde akla derhâl bu kurumlar gelmiştir.
İslam eğitim tarihinde medrese teşkilatının kurulmasında ve geliştirilmesinde Büyük Selçuklular önemli rol oynamışlardır. Onlar, medrese teşkilatının detaylı ele alınması, programlarının belirlenmesi ve bu müesseselerin devlet eliyle yürütülmesi noktasında titiz davranmışlardır. Büyük Selçukluların, farklı disiplinlerin gelişmesine önayak olmaları ve buralarda eğitim-öğretim faaliyetlerini yürüten ilmiye sınıfına düzenli maaş bağlamaları, İslam eğitim tarihinde takdiri hak eden çalışmalar arasında zikredilebilir. Onların bu faaliyetleri, Fâtımîlerin Şiilik propagandalarını bertaraf etmeye yönelik önlemleri arasında da değerlendirilir. Bu çerçevede Melikşah ve Alparslan’ın veziri olan Nizâmü’l-Mülk, ilk medresesini Bağdat’ta kurmuştur. İnşasına 1065 yılında başlanan medrese, 100.000 dinar maliyetle iki senenin sonunda tamamlanarak eğitim-öğretime başlamıştır. Kurumun müderrisliğine de Ebû İshak Şîrâzî (ö. 1083) tayin edilmiştir. (Ziya Kazıcı, İslam Medeniyetleri ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul: İFAV, 2009, s. 334.)
Nizâmü’l-Mülk Bağdat’taki medreseden sonra Belh, Nişabur, Herat, Isfahan, Basra, Rey ve Musul gibi birçok şehirde “Nizamiye” adıyla medreseler kurmuştur. Bu müesseselerde hoca ve öğrencilerin kalacağı odalar da inşa edilmiştir. Nizâmü’l-Mülk, sonraki süreçte ülkenin farklı şehirlerinde medreseler yaptırmış ve bu kurumlardaki hoca ve öğrencilerin geçim endişesi taşımamaları ve sadece ilimle meşgul olması adına buralarda vakıflar tesis etmiştir. Bu vakıflar sayesinde belirli gelir kaynağı olan medreselerin, bir yandan ilmî ve idari, diğer taraftan da mali açıdan bağımsız bir yapısı söz konusu olmuştur. Bu yönüyle medreseye mahsus inşa edilen binası, kütüphanesi ve gerek hocaların gerekse öğrencilerin barınma imkânlarıyla modern bir müessesenin temelleri atılmıştır.
Medrese kurumları sultan, devlet adamları ve zengin kimseler tarafından yaptırılan vakıflardan elde edilen gelirlerle varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu durumun ilim ve âlime destek olmanın, Müslüman’ın amel defterini kapatmayacağı anlayışından kaynaklandığını ifade edebiliriz. Nitekim medreselerin diğer müesseselere nispeten daha uzun ayakta kalabilmeleri bu durumu teyit eder.
Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra İslam dünyasında kurulan devletler, medrese teşkilatının işleyişi için Nizamiye ekolünü örnek alarak pek çok bölgede bu tür okullar tesis etmişlerdir. Nureddin Mahmud Zengi ve Selahaddin Eyyûbî vasıtasıyla Yukarı Mezopotamya, Suriye ve Mısır’da medreseler kurularak medrese sistemi batıya yayılmıştır.
Türkler, Anadolu’yu fethettikten sonra burada pek çok medrese inşa etmiştir. Anadolu Selçuklularının, fethettikleri şehirlerde ilk inşa ettikleri müessese olarak cami ve medreseler dikkati çekmektedir.
Endülüs medeniyeti, farklı alanlarda olduğu gibi eğitim kurumlarına gösterdiği ihtimam ile öne çıkar. İlmî faaliyetlere özel bir değer atfeden bu medeniyetin ilim tarihinde ayrı bir yeri vardır. Dönemin ileri seviyedeki ilim hayatında, Endülüs halkının, bilhassa yöneticilerin ilme ve ilimle meşgul olan kimselere verdikleri değerin rolü büyüktür. Bu bağlamda çeşitli eğitim-öğretim kurumlarının teşekkülü kayda değer çalışmalar arasında zikredilebilir. III. Abdurrahman (ö. 961) devrinde, dünya üniversiteleri arasında en ileri seviyedeki üniversite kabul edilen ve gerek Müslüman gerekse Hristiyan öğrencileri çekebilen -başkentteki Ulu Camii ya da Kurtuba Mescidi’nde tesis edilen- Kurtuba Üniversitesinin ve II. Hakem (ö. 976) döneminde Kurtuba’da ücretsiz eğitim veren 27 medresenin kıymeti dikkate değerdir. (Philip Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, trc. Salih Tuğ (İstanbul: İFAV, 2011), 724.)
Osmanlı Dönemi
Osmanlı Dönemi’ne gelindiğinde gerek müfredata gerekse fiziksel şartlara ilişkin yenilikleri ile medrese sisteminde önemli gelişmeler dikkati çeker. Osmanlılarda medrese sıbyan, orta, lise, üniversite gibi aşamalara karşılık gelen yapısıyla ve Müslümanların devam ettiği bir eğitim müessesesi kimliğiyle İslam eğitim tarihinde değişim gösterir.
Orhan Gazi tarafından 1330 yılında İznik’te inşa edilen İznik Medresesi ya da Orhan Gazi’nin adını taşıması itibarıyla İznik Orhaniyesi, Osmanlı Dönemi’nde ilk kurulan medresedir. Bu kurumun devamını sağlama adına Orhan Gazi çeşitli vakıflar tesis etmiştir. Müderrisliğine önce Dâvûd-i Kayserî tayin edilmiş; sonraki süreçlerde burada Tâceddin-i Kürdî ve Alâeddin Ali Esved müderris olarak görev yapmışlardır.
Başta I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed, II. Murad olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının Bursa’da yaptırdığı 21 medreseyle şehir ilmî açıdan temerküz etmiştir. Kuruluş yıllarından itibaren, 1326-1451 yılları arasında 84 medresenin tesis edildiğinden bahsedilir. 1361 yılında Edirne’nin fethedilmesiyle medrese tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Nitekim burada Çelebi Mehmed döneminde 2; II. Murad döneminde ise 9 medrese kurulmuştur. Dolayısıyla İznik, Bursa ve Edirne kuruluş döneminde medreseler açısından önemli rol ifa etmişlerdir.
Osmanlı coğrafyasında medreseler için yeni bir gelişme de Fatih Sultan Mehmed döneminde Sahn-ı Semân olarak isimlendirilen müesseselerle yaşanmıştır. Fetihten sonra Fatih, Havâriyyûn Kilisesi yerine bir cami inşa ettirip caminin doğu ve batı kısımlarına, isminden de anlaşılacağı üzere 8 medrese yaptırmıştır. Buralarda yüksek seviyede ilim tahsili gerçekleştirilmiştir. Bunların arkalarına ise tetimme denilen, söz konusu medreselere öğrenci yetiştiren orta tahsil düzeyinde 8 medrese daha inşa ettirmiştir.
Medreselerde görev yapan öğretim kadrosu için genel olarak üç kavramdan bahsedilir. Buna göre ilk sırada ders veren hoca olarak müderris (profesör) yer alır. Sahasında temeyyüz etmiş olmak, yabancı dil bilmek, vakur karakterli olmak gibi özellikler ise müderris seçiminde kıstas alınan niteliklerdi. Müderrisler kendilerine tahsis edilen lojmanda kalır ve düzenli maaş alırlardı. İkinci sırada müfîd (doçent) kadrosu vardır. Müfîd, okutulan derste, üzerinde durulması gereken özel bir konu varsa, öğrencinin dikkatini o mesele üzerine yoğunlaştırmak suretiyle ilgili meseleyi daha iyi kavrama ve onların daha nitelikli yetişmelerini sağlayan kimsedir. Üçüncü kadro ise müzâkerecilik görevini üstlenen muîd (araştırma görevlisi) kadrosudur. Muîd, müderrisin öğrencilere verdiği dersleri, müderrisin dersten ayrılmasını müteakiben tekrar eden ve ilgili derslere dair açıklamalar yapan müderris yardımcısıdır. Zira öğrenci gerek konuyu anlayamadığından gerekse müderrise konuyla ilgili soru sormaktan çekindiğinden mesele tam olarak kavranamayabilir. İşte tam bu noktada, muîd devreye girerek öğrenciye yardımcı olan kişidir.
Medrese programında yer alan dersler başlangıçta detaylı değildir. Zamanla program, genel olarak cüz’iyyat denen hesap, hendese, hey’et ve hikmet dersleri; alet ilimleri kabul edilen belâgat, mantık, kelam, Arap dil ve edebiyatı; ulûm-ı âliyye denen tefsir, hadis ve fıkıh derslerinden teşekkül etmiştir. Tedris yöntemi de branşlara göre değişiklik arz etmiştir. Örneğin Kur’an ile ilgili ilimler için ezber sistemi tatbik edilmiştir. Eğitim dili Türkçe olmasına rağmen derslerde neredeyse tamamı Arapça olan belirli kitaplar esas alınıp takip edilmiştir. Osmanlı Dönemi’nde, dersler kahvaltıdan sonra başlayıp öğle namazına kadar devam eder, namazın ardından öğrenci kütüphane ya da camide etüt programına dâhil olurdu. Kurban ve Ramazan Bayramlarında, kandil günlerinde ders yapılmazdı. Cuma günleri de hafta tatili idi. Bunun yanında kaynaklarda salı ve perşembe de eğitime ara verildiği günler arasında zikredilir. Derslerde, yerine göre hocanın dersi anlatması (semâ), öğrencinin dersi sunması (arz) ve soru-cevap merkezli bir yöntem tatbik edilirdi.
Osmanlı öncesine kadar belirli sahalarda tedris faaliyeti gerçekleştirilen ihtisas medreseleri söz konusuydu. Bunlar genel olarak dâru’l-kurrâ, dâru’l-hadîs ve dâru’t-tıb şeklinde ifade edilir. Bu çerçevede pek çok kurumlarla karşılaşmak mümkündür. Osmanlı medreselerinde Fatih Sultan Mehmed ile Osmanlı coğrafyasında köklü bir medrese teşkilatı hayat bulmuştur. Fatih’in çıkardığı kanunla bu müesseselerin sistemi yeniden şekillenmiştir. 16. asrın sonlarına doğru medrese sisteminde sorunlar başlamış, devletin de pek çok alanda zayıflamasıyla bu önemli kurum çökmeye yüz tutmuştur. Medrese sistemini ayağa kaldırmak üzere muhtelif teşebbüsler olsa da bu ıslah çalışmalarının başarılı olduğu söylenemez. En son 3 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler Maarif Vekâletine devredilmiştir.