Makale

İki Umman’a Bende Olan Bir Deniz: AHMET AVNİ KONUK

MÜSLÜMAN BİLGİNLER

İki Umman’a Bende Olan Bir Deniz: AHMET AVNİ KONUK

Kâmil BÜYÜKER

MANASINI seyre ve tefekküre dalanlar için paha biçilmez iki büyük ummandandır Mesnevi ve Fususü’l-Hikem. Derinliklerini ve sınırlarını ölçemediğimiz bu iki büyük umman, büyüklüklerini kendilerini kaleme alan Hz. Mevlana ve Muhyiddin-i İbn Arabi’den alır. Bırakın şerhini yazabilmeyi, bu ummana dalmak, onları okumak bile cesaret ister. Yakın tarihimizde bu büyük ummanların izini süren ve onlara doğru akan bir deniz de Ahmet Avni Konuk’tur. Elbette onu eserleri hakkıyla temsil etmektedir. Ancak hakkında yazılıp çizilen yazı sayısı yok mesabesindedir. Ahmet Avni Konuk’u hususiyetli kılan en önemli amil son devrin en önemli Fususü’l-Hikem ve Mesnevi şarihi olmasıdır. Günümüz son dönem mesnevi mütercim ve şarihlerinden Şefik Can, “Bazılarının birbirinden uzak sandıkları Hz. Mevlana ile Muhyiddin birbirine çok yakındırlar.” derken bu iki eserin birbirine yakınlığını dile getirmektedir. Konuk, bu isim ve eserlerin birbirinden ayrılmadığını ve bu yakınlığı yazdığı şerhle de ortaya koymuştur. Hatta Feridun Nafiz Uzluk’a yazdığı mektupta şunları söylemiştir: “Hazreti Hüdavendigâr (Mevlana) ile Hazret-i Şeyh-i Ekber’i ve Feridüddin-i Attar ve Hâkim Senai ve Seyyid Burhaneddin ve Sultanü’l-Ulema ve Sultan Veled Hazretlerini ayrı gördüğünüze zahib oldum; bilmem yanlış mı anladım? Bu zevat-ı kiramın hiçbirisi maarif-i ilahiye ve hikemiyyat-ı rabbanice birbirlerinden ayrı değildir. Çünkü hepsinin menbaı asl-ı hakiki olan Hak’tır ve hiçbirisi feylesof değildir, hepsi hakim-i ilahîdir. Binaenaleyh onların marifetleri lâ-şarkıyye ve lâ-garbiyyedir. (Ne Doğu’ya ve ne de Batı’ya aittir)” (Ahmet Avni Konuk, Mesnevi-i Şerif Şerhi-I, haz. Selçuk Eraydın, Mustafa Tahralı, Gelenek yay. 2004, s. 16-17.)
Peki, bu büyük ummana dalıp bu eserleri bizlere bırakan Ahmet Avni Konuk kimdir? Ahmet Avni Bey, hicri 1285 (1868) senesinde İstanbul’da doğdu. İbtidaiyi bitirdikten sonra Galata Rüştiyesi’ne girdi. Bu sırada 9-10 yaşlarında iken önce babasını, birkaç ay sonra da annesini kaybetti. (1878) Bu acı kayıplarından sonra rüştiyeye devamı mümkün olmadı ve 16 yaşında rüştiyenin dördüncü sınıfından Darüşşafaka’nın üçüncü sınıfına imtihanla kaydedildi. 1890 yılında 22 yaşında iken buradan mezun oldu. Darüşşafaka’dan mezun olduktan sonra cami derslerine devam etti ve icazet aldı. Kur’an hıfzını ikmal ettiği kaynaklarda geçmektedir. Ancak bunun hangi yaşlarda gerçekleştiği tam net değildir. (Savaş Ş. Barkçin, Ahmet Avni Konuk-Görünmeyen Umman, Klasik yay. 2009, s. 15.) Ahmet Avni Bey, öyle sanıldığı gibi ulema sınıfına mensup değildir. İlk memuriyeti Galata İttihat Postanesinde Posta Memurluğudur. Posta memuru iken Mekteb-i Hukuk-ı Şahane’yi okumuş ve buradan birincilikle mezun olmuştur. (1898) Mesut Cemil Bey onun “Postacı Avni Bey” olarak tanındığını ifade eder. Okuldan mezuniyeti ile beraber buradaki görevi PTT Genel Müdür Yardımcılığı’na kadar çıkar. Nihayet memuriyet hayatında 1890’da başladığı görevi 1933 yılında 43 yıllık hizmeti ile son bulur. Ahmet Avni Bey, emekli olduktan 5 yıl sonra 14 Mart 1938 Pazartesi günü hastalanır ve 19 Mart 1938’de 70 yaşında iken vefat eder. 20 Mart 1938 tarihinde Merkezefendi Kabristanına defnedilir. (Barkçin, s.16) Ahmet Avni Bey’in yukarıda ifade ettiğimiz derinliği belirsiz ummanlara dalabilecek ilmi ve irfani müktesebatı yanında, hayatında öne çıkan üç büyük sufi vardır: Zekâi Dede Efendi (1825-1897), Mesnevihan Mehmet Esad Dede (v. 1329/1911) ve Halveti-Melami yolunun büyüklerinden Ahmet Amiş Efendi (1807-1920). Onun hem musiki yönünü besleyen, hem Mevlevi yoluna bende kılan hem de Halveti-Melami tarikine girmekle irfani zeminini sağlam kılan bu üç isimdir. Bu isimlerin tesirini ve bereketini Ahmet Avni Bey’in yazdığı eserlerden rahatlıkla görebiliyoruz.
“Mesnevi-i Şerif gibi bir bahr-i bî-payan içinde yüzgeçlik etmek…”
Ahmet Avni Bey’e göre ilm-i tasavvuf “lübb-i Kur’an olup, kulub-i safiyyeye min-indillah münzeldir.” Yine onun görüşünde tasavvuf “kesr-i amel, kasr-ı emel”dir. Yani amelleri çoğaltmak, emeli, arzuyu ve istekleri azaltmaktır. Ahmet Avni Bey’in, bir Mevlevi müntesibi olarak yaptığı en önemli çalışmalardan birisi Mesnevi şerhidir. Yazdığı hemen hemen bütün eserleri gibi Mesnevi Şerhi de sağlığında iken yayımlanmak imkânına kavuşmamıştır. 19 Mart 1938’de vefatından, sonra dostları ve yakınları 1937’de tamamlanan bu şerhin basımı için imkân ve fırsat aramışlar ancak bu tarihi süreç içerisinde yaşanan kırılmalardan dolayı bir türlü mümkün olmamıştır. Mesnevi-i Şerif şerhini 8 yılda hazırlar Ahmet Avni Konuk. 1929’dan 1937’ye kadar geçen sürede bu şerh için gayret eder. Bir beytin şerhi için üç ay çalıştığı olur. Emin Kılıç Kale, Konuk’un bir meczup arkadaşından bahsetmektedir. Çarşıkapı’da ağızlık, sigara satarmış. Cahil bir adammış. O zaman Ahmet Avni Bey şerh ile uğraşmaktadır. Bir beytin şerhini yapamadığında o meczuba gelirmiş. Bu beyit hakkında meczup anlatırmış, şerh edermiş. Ahmet Avni Bey, “şerh konusunda bana en büyük yardımda bulunan o idi.” dermiş. Mesnevi Tercüme ve Şerhi (Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 4740-4773). Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sine Türkçede yapılmış en kapsamlı şerh olarak kabul edilen eser büyük boy otuz dört defterden oluşur. (Reşat Öngören, “Ahmet Avni Konuk” DİA, c. 26, s. 182.)
Mesnevi şerhinin girişinde şunları söylemektedir: “Fakir bu Mesnevi-i Şerif’in şerhine 1348 hicri senesinde başladım ve 1356 hicrî senesi Ramazan-ı şerifin yirmi dördüncü günü bitirdim. Arada hastalık vesair mevani’ zuhuru da vaki’ oldu. Bu maniaların mecmuu tahminen bir sene kadar tutar. Şu hâlde yevmî dört-beş saat çalışmak suretiyle yedi senede bitmiş oldu. Gerçi Mesnevi-i Şerif gibi bir bahr-i bî-payan içinde yüzgeçlik etmek, benim gibi ilimde ve hâlde ve amelde kolu ve kanadı kırık bir âcizin işi değil idi; fakat aşk, bu aczimi gözümde örttü ve bu hususta beni cesur ve cür’etkâr yaptı. Zira aşkın hassalarından biri de korkağı ve âcizi cesur yapmaktır.” (Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi (haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı), İstanbul 2010, I, s.)
Şeyh-i Ekber’in izinde
Onun 70 yıllık ömrünün en kıymetli eserlerinden birisi de hiç şüphesiz, Fususü’l-hikem Tercüme ve Şerhi (Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 3853-3880; İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 79/1-27)’dir. Eser büyük boy ve yirmi sekiz defterden ibarettir. Şarih eserine uzun ve kapsamlı bir mukaddime ile başlamış, çalışmasını on iki-on üç yıl gibi uzun bir süreden sonra 1928’de tamamlamıştır. Eser, İbnü’l-Arabi’nin temel fikirlerini ve terimleri açıklayan bir anahtar niteliğindedir. Konuk’un yararlandığı şarihlerden ayrıldığı hususların en belirgin olanı, zamanının modern ilim ve görüşleriyle ilgili konularda fikir beyan etmesidir. Kitap, Konya Mevlana Müzesi’ndeki nüshası esas alınarak Mustafa Tahralı ve Selçuk Eraydın tarafından yeni harflere aktarılıp gerekli notlar, indeks ve lügatçeler ilave edilerek dört cilt hâlinde İstanbul’da yayımlanmıştır (I, 1987, 1994, 1999; II, 1989, 1997; III, 1990; IV, 1992; DİA, s. 181.) O “ilimsiz marifet muhal ve marifetsiz ilim vebaldir.” sözüyle işin iki boyutunun olduğu ve birini ihmal etmekle diğerinin sakıt olacağını ifade ederken, Fusus şerhinin giriş bölümünde de çok önemli bir örnek verir. Bunlardan birisi, “Ben gizli hazine idim, bilinmeğe muhabbet ettim. Halkı bilinmem için yarattım.” hadisidir ki bu hadisi nitelerken “seneden zayıf, keşfen sahih” demiştir. Yani ilham ve gönül ilmi olmadan, o ilim bir şeye yaramaz. Bir sonraki aşamada da, “Aşk tamam oldukta şart-ı edeb sakıt olur” sözü de Allah’ı hakkıyla tanıyanlar için artık bilmek değil, olmak söz konusudur. (Barkçin, s. 253-254.) Ahmet Avni Bey bu eşiği bulma yolunda önemli gayretler sarf etmiş nadir isimlerden birisidir.
Zekâi Dede’nin rahle-i tedrisinde
Bir başka musiki mirasımıza yaptığı önemli katkılar, bıraktığı eserleridir. Neyzen Halil Can naklediyor: “İstanbul’da Robert Kolejin dini, içtimai, musiki mevzularında vaki olan suallerine verdiği cevaplar, Kolejin bültenine derc edilerek Avrupa’daki müsteşriklere gönderilmiştir. Muhyiddin-i Arabi’nin Fususü’l-Hikem’ine şerhi ve Sipehsalar tercemesi vardır. Mesnevi’yi de tercüme ve şerh etmiştir. Eserlerinin üçü basılmıştır. Diğerleri kendi yazısıyla Konya Kütüphanesindedir. Musiki ile iştigali, Darüşşafaka’da Zekâi Dede’nin rahle-i tedrisinde başlar. Mektebi bitirdikten sonra da Dede’ye devamla pek çok eser geçmiştir. Nota bilmezdi. Geçtiği eserleri hafızasında saklardı. “Dil-keşîde” ve “Bend-i hisâr” terkib eden bu zatın ilk eseri 1306’da karcığar makamında bestelediği “Ey dilberi şen…” şarkısıdır. Bestelediği eserlerin güftesi kendisinindir.” (İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Hoş Sadâ, İstanbul 1958, s. 41.) Onun musikimizin hafızasını ortaya çıkarma yönünde yaptığı yayınlardan en mühimi ise Güfte mecmuasıdır. 28 yaşında yayımladığı ve lâ-dinî eserlerin yer aldığı bu mecmuada 95 ayrı makamda 2706 eser kayıt altına alınmıştır.
Bugün henüz keşfedilmemiş bir değerimiz olarak önümüzde yayınlanan ve yayınlanmayan eserleri ile duran Ahmet Avni Bey, yaşadığı dönemde de aynı ilgisizliğe muhatap olmuştur. Öyle ki bir oryantalist, dönemin önemli isimlerinden Mehmet Ali Ayni’ye Ahmet Avni Bey’i ziyaret etmek istediğini söyler. Mehmet Ali Ayni Bey bu ismi tanımadığını söylediğinde, oryantalist, “Siz nasıl tanımazsınız? Biz onun Avrupa mecmualarında çıkan yazılarını zevkle okuyoruz. Çok kıymetli bir âlimdir.” der. Merhum Halil Can Ahmet Avni Bey’in şu şiirinin onun mezar taşına yazılmasını istemiş ama bu mümkün olmamıştır. Şiirin ilk beyti şöyledir:
Yâ Râb! Nigâh-ı lütfun içündür bu meşgale
Zulmette reh-nümâ bize ancak o meş’ale.
Ruhu şâd olsun.

Ahmet Avni Bey’e göre ilm-i tasavvuf “lübb-i Kur’an olup, kulub-i safiyyeye min-indillah münzeldir.” Yine onun görüşünde tasavvuf “kesr-i amel, kasr-ı emel”dir. Yani amelleri çoğaltmak, emeli, arzuyu ve istekleri azaltmaktır.