Makale

Pencereyi IŞIĞA AÇMAK

Pencereyi
IŞIĞA AÇMAK

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

"(Orada olsaydın) güneş doğduğunda onun; mağaralarının sağ tarafına kaydığını, batarken de onlara dokunmadan sol tarafa gittiğini görürdün. Kendileri ise mağaranın geniş bir yerinde idiler..." (Kehf, 17) Ashab-ı Kehf’in sığındığı mağaranın, güneşin hareketlerine göre bulunduğu konumunu anlatıyor bu ayet. Öyle bir konumdadır ki mağara, güneşten ışık ve enerji almakta, fakat bu, içindekileri rahatsız edecek dereceye de ulaşmamaktadır. Kısaca, güneş tabii hareketlerini yapmakta, ama mağaranın uygun konumu sebebi ile içindekiler, hayat için uygun bir ortam elde etmiş olmaktadırlar.
İnsan muhayyilesi bu ya, bu ayet benim zihnimde şöyle bir sahne de canlandırıyor: Mağara hiç güneş görmeyecek konumda. Güneş doğup biraz yükselince, mağara, içini aydınlatmak için güneşin tarafına dönmektedir. Neden böyle bir tasavvur oluşturuyor hayal gücüm? "Karanlık katlanılır bir şey değildir, konu bir mağara olsa bile" diye bir cevap buluyorum içimden. Mağaraya sığınanların -sonunda "ışığı" bulacakları- bir "yolculuğa" çıkmaları gibi; zihnimdeki tablo, onları misafir eden mağarayı da güneşin peşine takmaktadır.
İçinde yaşadığımız dünya, -canlısıyla, cansızıyla- ışıksız edemiyor. Tıpkı bunun gibi, sırlarını çözemesek de varlığını bilip yaşadığımız iç dünyamız da ışığa muhtaç. Bu ışığın asıl kaynağı fıtrat. Yani insan onu yaratılıştan getiriyor. Onu oluşturan şûlenin büyümesi, önümüzü aydınlatacak kıvama gelmesi için "hava"ya ihtiyacı var.
Ruhun ışığı ise, bu ihtiyacını duyu organları yolu ile giderir. Kulak vahiy bilgisini algılar, göz dış dünyayı okur ve kalp/bilinç bu malzemeyi harmanlar ve iman ışığını parlatır, bir enerji kaynağı hâline getirir. Bu iş tıpkı bir karbüratörün, benzini hava ile karıştırıp küçücük bir kıvılcım sayesinde, koca aracı harekete getirecek enerjiye dönüştürmesi gibi bir yolla olur. Benzin ve havanın olmaması hâlinde, akünün sağlayacağı enerjinin bir anlam ifade etmediğini ve motorun çalışmadığını hepimiz biliyoruz. Dahası var: Motor belli süre çalışmadan kalırsa, asıl enerji kaynağı olan akü de biter, işte, fıtratın sağladığı iman şûlesi de böyledir. Göz kulak ve kalp (yahut bilinç) tarafından beslenmezse küllenir gider ve iman ışığını yakalamak zorlaşır. İşin bir başka yönü de şu: Kalp ve onu destekleyen alıcıların yanlış kullanılması tehlikesi her zaman söz konusudur. O takdirde, içine düşülecek durum açık bir kaostur. Taşlar yerinden oynamış, ayak başa çıkmış, baş ayağa inmiştir. Var olana değil, maddî olana, gözle görülene iman yani inançsızlık ortaya çıkar. Materyalist dünya görüşünü besleyen damar budur.
Alain (asıl adı ile Emile Chartier, 1868-1951) yaşadığı bir tecrübeyi bize aktarırken, bu algılama hatasının getirdiği sonucun da örneğini sunmaktadır. O, çocukluğunda ziyaret ettiği Büyük Trappe manastırındaki keşişlerin yaşayış biçimi ile onların din adına sergiledikleri uygulamalar karşısındaki izlenimlerini ve bu izlenimin kendi üzerinde bıraktığı olumsuz etkiyi dile getirdikten sonra şöyle diyor: "Hangi tarihte ve ne sebeple Katoliklikten ayrıldığımı unuttuğum için, kesin olarak söyleyemeyeceğim. Ama o andan itibaren de;
"İmkânı yok, hayatın gerçek sırrı burada olamaz" dediğimi hatırlıyorum. Bütün varlığım, durmadan ağlayan bu keşişlere karşı isyan ediyordu.
Bir hastalıktan kurtulmuşçasına da dinlerinden kurtuldum." (Söyleşiler, M.E.B. yay. I- III, 1st. 1998 I, 105)
Göz yanlışı görmüş, akıl bunun gerçek olamayacağına hükmetmiş ve hükmünü vermiştir.
’din’ olamayacağına göre din diye bir şey yoktur."
"Yanlışın mutlaka bir de doğrusu olması gerekir. Acaba o doğru nerede?" gibi çok basit bir soruyu sorma imkânını bulamaz. Alain ve dine sırt çevirir. Ama o sözlerinin hemen ardından şu itirafta bulunmaktan da kendini alamaz: "Bununla beraber (dinin) izlerini hâlâ taşımaktayım. Hepimizde vardır bu izler."
Var olan bu izlerin tekrar ışığa, inanca dönüşme eğiliminin oluştuğu noktalarda, onu bastırmak uğrunda Alain’in ne açmazlara katlanmak zorunda kaldığını görmek için "Söyleşiler"ini okumak yetiyor. Satır aralarında ne feryatlar gizlenmiş... Aslında bütün inkâr mekanizmalarının kaderidir bu.
Dağ, taş, insan, ırmak ve deniz... Kısacası tabiat için, "Eğer Varsa, İşte Tanrı!" diyen bir anlayış, iman ışığına kapalı gönüllerin teselli bulmaya çalıştığı bir "extasy hapı" değil de nedir? Bu "inanış" bütün oluşları, başlangıcını izah edemediği bir sebepler zincirine bağlar ve şöyle der: "Zarureti biraz olsun anlayan kimse, kâinattan hesap sormaz. Şu yağmur da nereden çıktı? Şu vebanın sebebi ne? Şu ölüm neden? demez. Bu suallerin cevabı olmadığını bilir de ondan. Böylece ancak şu şekilde bir şey söyleyebiliriz -bu da zaten küçük bir söz değildir-: ’Yaşamak, var olmak, bir şeydir.’ Bütün sebepleri yok etmeğe kafidir bu SÖZ." (Alain, Söyleşiler, I, 105)
Neden "Bu suallerin cevabı yok?" insanlık, tarihi boyunca cevabını aradığı bu suallerin çilesini boşuna mı çekti? Meselâ Tolstoy (1828-1910), bu çileyi iliklerine kadar yaşadı. "Bu yanlıştır" diyebilmesi için ömrünün yarısından fazlasının geride kalması gerekti. Evet, papazların din diye sundukları şey O’na ulaştıracak yol olamazdı. Ortada bir yanlış vardı. Peki gerçek ne idi? İşte koca bir ömür bu gerçeği aramakla geçti. İçindeki ışığı, önünü aydınlatacak şuleye çevirmek için didindi durdu. Birçok yöntem denedi. Kendine göre bir din bile oluşturdu. Ama onun da çıkmaz yol olduğunu anladı. Ömrünü "Yok" demek için değil, "Var ama, hangisi; nerede?" ye cevap bulmak için harcadı. Yitiğini araması ömrünün son anına kadar devam etti. Seksen iki yaşında son nefesini verdiğinde hâlâ "iz üzerinde" idi. Sürdüğü iz, "Ne için yaşıyorum, Ne için arzuluyorum? Ne için çalışıyorum? Ya da, daha başka şöyle dile getirilebilir bu soru: ’Hayatımda benim kaçınılmaz olan kendi ölümümle yok olmayacak bir anlam var mıdır?" (İtiraflarım,Tere. K. Aytaç. 1st. 1994 s. 43) rotasını takip ediyordu. İstanbul’a gitmek üzere vardığı bir tren istasyonunda son nefesini verdi. Işığa bu kadar yaklaşmıştı o. içinde "şûle" oluşmuş mu idi, bilemiyoruz.
Gözle görülene takılıp kalma, perdenin ötesini görememe, insanın yaşadığı temel risklerden biridir. Bunu belli bir zaman diliminin, belli bir coğrafyanın belli insanları ile sınırlamak mümkün değil. Nuh Peygamber, oğlunu bu uçurumdan kurtaramama- nın acısını yaşamamış mı idi? (Nuh, 45) Son Peygamber (s.a.s.)’in aldığı şu cevap da daha farklı bir sebepten kaynaklanmıyordu: "Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder." (Câsiye, 24) Oysa Kur’an bu açmaza düşmeyi önleyecek yöntemi açıkça ortaya koymuştur. ’Kendinize, vücudunuzdaki harika sisteme bakın, çevrenize, dış dünyaya bakın, O’nu bulacaksınız’ diyor: "Kesin olarak iman edenler/iman edecekler için yer yüzünde ve bizzat kendinizde bir çok deliller vardır." (Zâriyât, 20-21)
Vahyin, muhataplarından yana ma’kes bulamaması, tebliğ görevinin ifası ile ilgili bir nitelik probleminden değil, muhatapların karşı duruşundan kaynaklanmaktadır. Bu karşı duruş, her şeyden önce alışkanlıkların değiştirilmesinin zorluğu gerçeğinden beslenir. Yanlış da olsa -adı üstünde- inanç, ruhî yapıya kök salar; kişi onunla bütünleşir. Bu noktada inançsızlığı da bir tür batıl inanç olarak değerlendirmek gerekiyor. Benimsenen inancın, fıtrata aykırı olduğu yolundaki vahiy kökenli uyarının etkin olabilmesi için, muhatabın da kendisine "yardımcı" olması gerekiyor. Kuyuya attığınız ip ne kadar sağlam ve uzun olursa olsun, aşağıdaki ona tutunmadıkça karanlığın derinliklerinde kalmaya mahkûm olur, işte bu noktada fıtrat melekesinin devreye girmesi beklenir. Fıtratın "ateşleyicisi" de ruhun dış dünyaya açılan pencereleri durumundaki duyu organları ve onların lâboratuvarı olan akıldır. Fıtratı bu destekçilerden mahrum bırakmak çok kere onun küllenip kalmasına sebep olmakta ve tebliğ, beklenen sonucu verememektedir. Fıtratın pasif kalmasına sebep olmak suçu, Kur’an plânında büyük bir tehdide muhatap olmayı gerektiriyor: "Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar." (A’râf, 179) Demek ki, maddî hayatın şekillendirilmesinde olduğu kadar, hakkın görülmesinde ve iman aydınlığına ulaşılmasında da gözlem ve değerlendirmenin büyük payı var. Objektif, görüntüyü içeriye alacak, filme yansıtacak ki suret oluşsun. İmanın kalpte yer etmesi işleminde, vahyin yanında bu mekanizmanın da önemli bir yeri var. Kur’an birçok ayette, duyuları imana ulaşma konusunda o kadar önemsemektedir ki, hakikati görmede onların desteğine baş vurmayan, böyle- ce iman çizgisine gelemeyenlere "kör", "sağır" ve "dilsiz" nitelemesinde bulunurken, inananları da "işiten" ve "gören" kimseler diye ön plâna çıkarmakta ve hükmünü koymaktadır: "Kör ile gören bir olmaz" (Fâtır, 19) Hatta Kur’an duyuları ve aklı kullanmamayı, tebliğe karşı bir nevi direnme olarak algılar ve Peygambere (s.a.s.) şu uyarıda bulunur: "Fakat körlere, hele doğru yolu görmüyorlarsa, sen mi doğru yolu göstereceksin?" (Yûnus, 43) Bütün imkânlara rağmen, maddenin ötesine geçemeyip, "Bir şey varsa, o da benim, tabiattır, evrendir" diyerek pencereyi imana kapamak, ruhu karanlığa mahkûm etmektir, engellemektir. Vücudunda fizikî bir arızası, zihnî faaliyetlerinde kısıtlılık olan kimseler "engelli" diye anılıyor. Asıl engellilik, kalbin penceresini imana kapamakla gerçekleşiyor. Bütün mesele pencereyi ışığa açmakta. Işık girdiği kalpteki, inançsızlığa zemin hazırlayan perdeleri söker atar, inançsızlık oraya yol bulamaz. "Güneşin girdiği eve doktor girmez."
Abese suresinin ilk ayetlerinde; biri, "Güneşi içinde taşıyan", diğeri ışığa sonuna kadar kapalı iki insan tipi (Abdullah ibn Ümmi Mektûm ve bir müşrik lider) üzerinden, merkezinde Hz. Peygamberin yer aldığı bir olay sahnelenmektedir: "Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Ey Peygamberim!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. (İstemiyorsa) onun arınmayışın- dan sana ne. Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun.. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır." (Abese, 1-12)
ibn Ümmi Mektum mu âmâ, Hz. Peygamberin karşısındaki mi?
"Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız) o da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlamlaştırır." (Muhammed, 7) ayetinin hükmü, imana kavuşma noktasında da geçerlidir. Yaratıcı Kudret, yolu insana kolaylaştırmış, (Abese, 20) ama "yola girmeyi" yani iman etmeyi ona bırakmıştır. İlâhî iradenin, kalpte iman ışığını yakması, yanan ışığın imanı simgelemesi için insan, hür iradesi ile seçimi yapmalı, önüne serilen sayısız belgelerden ve vahiy bilgisinden hareketle imana ulaşması yönünde adım atmalıdır.
Güneş bütün insanlara doğar, ama ışığı, perdesini açanlar görebilir.