Makale

DAHA ON YEDİ

DAHA ON YEDİ

A. Ali Ural

Her gün söyleyecek bir cümlemiz, her an düşürecek bir gölgemiz var gençlere. Oysa yalnız sesimize ve gölgemize değil, sessizliğimiz ve aydınlığımıza da ihtiyaçları var onların. Çoğu kez susuyoruz ama bilinçli bir sessizlik değil bu. Cesaretimiz yok konuşmaya. Onlar için bir şeyler yapmayı değil, onlar hakkında bir şeyler düşünmeyi tercih ediyoruz. Aklımızdan neler neler geçiyor. Bir kayıp olarak görüyoruz bazen onları. Kaybettiklerinde yanlarında olup olmadığımızı hatırımıza getirmeden. Mesela şu cümleler geçiyor aklımızdan:
Kimliğini kaybetti, daha kurumamıştı üstündeki mürekkep. Öğrenememişti henüz adını, harfler dağıldı. Kimlik bir anahtardı bütün kapıların önünde duraksamadan açıldığı. Kaybetti, bu yüzden dinmiyor öfkesi. Kimse bilmiyor ona yardım etmenin yolunu, dokunamıyorlar omzuna yaraları büyüyor. Artık onunla konuşamıyorlar, ne dediğini anlayamıyorlar. Yerini terk ediyor sevdikleri, bayramda harçlık vermiyorlar artık, orucunu satacak kimsesi yok.
Yıldızları keşfetmek, onu keşfetmekten daha kolay. Bir yıldıza tercih edilmek büyütüyor yarasını. Bu yüzden artık göğe bakmıyor. Aniden karar veriyor büyüyünce ne olacağına, asla karar veremiyor bugün ne yapacağına. O yüzden canı sıkılıyor durmadan. Hiçbir şey oyalayamıyor onu. İçindeki kumbara bozukluklarla çınlamıyor. Kâğıt para istiyor; üstünde kimsenin taklit edemeyeceği bir resim olsun.
Kimse onu olduğu gibi kabul edemiyor. Korkuyorlar değişen sesinden, farklılaşan görüntüsünden. Tutarsız olduğunu düşünüyorlar, elini tutup sarılmak kimsenin aklına gelmiyor. Bu yüzden düşüyor durmadan. Kendi başına ayakta durmazsa öleceğinden korkuyor.
Yüzündeki yanardağları söndürecek bir ilaç yok. Aynaları sevmiyor. Elleri büyüyor, dokunduğu her şey aynı. Boyu uzuyor, ağaçların dallarına uzanmak artık alkışı hak etmiyor. Kimseye güvenmiyor, kimse ona güvenmiyor. Çocuk değilsin, büyü artık, diyorlar. Çocukluğuyla arasında bir uçurum beliriyor, öteki ucunda yetişkin olmak. Bastığı yeri tanımlayamıyor. Kime yakın, kimin yakını olduğunu kestiremiyor. Hiçbir yere ait olmamakla övünürken ayaklarını saklıyor.
Kimliğine değil, yırtılan parçalarına rastlıyor. Dikecek iğnesi yok, ipi yok bir arada tutacak. Yeni bir isim uydurdu kendine, kulağına üfleneni artık hatırlamıyor. Özel biri olmayacaksa kim olduğunun bir önemi yok. Saldırgan olmayı uyumlu olmaktan daha değerli buluyor. Arkasında keskin izler bırakmayacaksa yürümenin ne anlamı var. Yeni yollar ararken durmadan kayboluyor, bu yaşta yorgunluğunun tarifi yok!
Denizi bir türlü durulmuyor, gemisi hiçbir limanı kendine yakıştırmıyor, rotasını dinginlik değil fırtına belirliyor. Canı sıkıldıkça yelkenini boyuyor, bugün kırmızı olsun, yarın başka renk. Elinden gelse denizi de boyayacak. Buradayım, demenin başka bir yolunu bilmiyor. Kimseye yakın değil, kimsenin bir şeyi değil. Ona telsizlerle ulaşamazsınız.
Ona ulaşabilseydiniz, hangi kelimelerle seslenirdiniz? En sevdiği hayvanı öldüğünde başsağlığına gidip acısını paylaşır mıydınız? Yelkenine dokunup rüzgârı olmasa da eşsizliğine inandırır mıydınız? “Senden bir tane var.” diye hiç sıkılmadan bin kere tekrar edebilir miydiniz? O eline geçen her şeyi denize fırlatıp gemisinde yapayalnız kaldığında, hırkanızı bir an düşünmeden paylaşıp hiçbir şeyi olmasa da onu ne kadar çok sevdiğinizi sabırla anlatabilir miydiniz?
Sonunda ışığına karşı koyamadığı tanıdık bir kıyıya yanaştı gemisi. Orada kabul görmek için bilmesi gereken bir parola, sunması gereken bir hazine, kanıtlaması gereken bir cesarete ihtiyacı yoktu. Merakla ve sevgiyle yaklaşması yeterliydi. Gemiyi arkasında bırakıp suya atladı. Ne kadar ılık! Sadece yüzmek değil, kana kana içmek istedi. Daha önce böylesine rastlamamıştı. Gemiyi unuttu, en çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda yerinde bulamadığı herkesi unuttu, bir türlü karşılaşamadığı kendini unuttu. İsmini hatırladı. Bu su, bir mürekkep deniziydi. Kıyıda yanıp sönen ismini fark etti. Ah, kimse ona böyle seslenmemişti yıllardır. Ben geldim, demesine gerek yoktu. Herkes biliyordu geleceğini, onun gelişi için süslenmişti kıyı. Bilmediklerinden sorguya çekileceği, utandırılacağı, tek ayak üstüne cezaya kalacağı bir yer değildi burası. Öğrendiği her yeni kelime için boynunda bir çiçek çelengi.
Bir gence baktıklarında akıllarından ne çok olumsuz sıfat geçiyor insanların. Hiç genç olmamış gibiler. Doğar doğmaz bir baston tutuşturulmuş ellerine. Kalın gözlükleriyle seçmeye çalışıyorlar sizi. Uzun boylu musunuz kısa boylu mu? Esmer misiniz kumral mı? Yaşlı mısınız genç mi?
Genç denildiğinde akıllarına “deneyimsizlik” gelenler yanılıyorlar; Hz. Peygamber’in yardım talebine herkesin susarak karşılık verdiği bir toplulukta ayağa kalkıp, "Sana ben yardım ederim!" diyen Hz. Ali on iki yaşındaydı. Aynı Ali’ydi genç yaşta cesaretlendirici dualarla Yemen’e kadı olarak gönderilen.
Genç denildiğinde akıllarına “isyan” gelenler yanılıyorlar; Muaz bin Cebel Mekke’den Medine’ye hicret ederken on yedi yaşındaydı.
Genç denildiğinde akıllarına “eğlence” gelenler yanılıyorlar; Abdullah bin Ömer Uhut Savaşı’na katılmak isteyip de yaşından dolayı reddedildiğinde on üç yaşındaydı.
Genç denildiğinde akıllarına “acemilik” gelenler yanılıyorlar; Cafer bin Ebi Talip, Habeşistan’a hicret edip Necaşi’nin huzurunda Müslümanları temsil ettiğinde on yedi yaşındaydı.
Genç denildiğinde akıllarına “havailik” gelenler yanılıyorlar; Mekke’nin en zengin ve yakışıklı genci Mus’ab bin Umeyr, Müslüman olduğu için ailesi tarafından hapsedildiğinde on sekiz yaşındaydı.
Genç denildiğinde akıllarına “ateistlik” gelenler yanılıyorlar; Zübeyr bin Avvam ve Abdullah bin Mes’ud Müslüman olduklarında on altı yaşındalardı.
Genç denildiğinde akıllarına “güvensizlik” gelenler yanılıyorlar; Cabir bin Abdullah, II. Akabe Beyatine katıldığında on beş yaşındaydı.
Genç denildiğinde akıllarına “dağınıklık” gelenler yanılıyorlar; sahabilerin ileri gelenlerinin bulunduğu bir orduya Hz. Peygamber tarafından komutan olarak atanan Üsame bin Zeyd on sekiz yaşındaydı.
Bu gençleri saymakla bitiremeyiz, bitiremeyelim de; onlara güveniyordu Hz. Peygamber. Hem de yaşlılardan daha çok. “Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna kalpten inanan herkese Allah cehennemi haram kılmıştır.” dediğinde yanında Muaz bin Cebel vardı. Gençti Muaz; heyecanla, “Ya Rasulallah! Bunu insanlara haber vereyim mi?” diye sordu. “Söylemesen daha iyi olur. Çünkü o zaman buna güvenirler.” diye karşılık verdi Hz. Peygamber. (Buhari, Cihad, 46.)
Bir başka gün söze kulak verme sırası genç Enes b. Malik’teydi. “Yaşından dolayı ihtiyar bir kişiye ikramda bulunan gence, Allah, yaşlandığında kendisine ikramda bulunacak birini hazırlar.” (Tirmizi, Birr, 75.) demişti bu defa Nebî. Genç ve yaşlı, madalyonun iki yüzüydü bir anda yer değiştiren.
Genç, kendisini anlayanı biliyor; hatasını güzellikle düzelteni. Genç Muaviye bin Hakem, namazda konuşunca yaşlılar sert bakışlarıyla ve ellerini dizlerine vurarak onu uyarmaya çalışmışlar, Hz. Peygamber (s.a.s.) ise tatlı bir dille namazda konuşulmayacağını söylemişti selam verdikten sonra. “Onun kadar güzel öğreten bir öğretmen görmedim.” (Müslim, I, 381-382.) demişti bunun üzerine genç adam.
Kureyşli bir gencin söylediği ise inanılacak gibi değildi. Büyük bir günahı işlemek için Hz. Peygamber’den açıkça izin istiyordu genç. Hayır, gazaplanmadı Hz. Peygamber. Ona sorular sorarak kendiyle yüzleştirdi. Dua etti elini omzuna koyarak:
“Allah’ım, bunun günahını affet, kalbini temizle ve uzuvlarını günah işlemekten koru.” (Ahmed bin Hanbel, IV, 256-257.) Bambaşka bir hayat bekliyordu artık o genci.
Değeri bilinecek beş şey arasında gençliği de anıyordu Hz. Peygamber: “Beş şeyin kıymetini beş şeyden önce bil: İhtiyarlıktan önce gençliğin, hastalıktan önce sağlığın, fakirlikten önce zenginliğin, meşguliyetten önce boş vaktin, ölümden önce hayatın.” (Fethu’l-Bari, 14/9.) Kıyamet günü gölgelendirilecek yedi sınıf arasında birbirini Allah için seven gençler anılıyordu bir başka hadiste.
Muhammed Mustafa (s.a.v.) da genç oldu, hem nasıl bir genç… “el-Emin”di, yirmi yaşındaydı ve mazlumların yardımına koşmak için kurulan “Hilfu’l-Fudul/Erdemli İnsanların Yemini” hareketinde yer almıştı hiç tereddüt etmeden. Vahiy geldikten sonra da bu iyilik yeminine sadık kaldı. Kureyşli müşrikler Ebu Cehil’in mağdur ettiği bir taciri -alay etmek amacıyla- Hz. Muhammed’e yönlendirdiğinde soluğu Ebu Cehil’in evinde aldı Hz. Peygamber ve mağduriyetini giderdi tacirin.
Herkesin genç olduğu bir zaman vardı. Vaktin o dilimini unutup gençleri anlamaktan neden geri duralım. Genç denildiğinde akıllarına neden on beş yaşında fetva vermeye başlayan İmam Şafii, on yedi yaşında hocalığa başlayan İmam Malik, daha sakalları çıkmadan ilmî eserler telif eden İmam Buhari gelmiyor kimsenin.
O gençlerin devrinin geçtiğini sakın söylemeyin. Hiçbir devir geçmez, döner durur hep devran. “Bülbül evladı bir gün gelir öter.” derdi rahmetli babaannem.