Makale

MEDENİYET KRİZİNİN EDEBİYATTAKİ İZDÜŞÜMÜ

MEDENİYET KRİZİNİN EDEBİYATTAKİ İZDÜŞÜMÜ

Emin GÜRDAMUR


Osmanlılar için XVIII. yüzyıl, geride kalan Karlofça felaketinin gölgesi altında şekillenmişti. Ciddiye almadıkları, her seferinde kolayca dize getirdikleri Batı şimdi çözülmesi, anlaşılması gereken bir muamma olarak Devlet-i Aliyye’nin karşısında durmaktaydı. Özellikle III. Ahmet döneminde 1718 tarihinden itibaren atılacak olan adımlar geleneksel Osmanlı refleksinin ötesinde, Batı’yı tanımaya yönelik hareketler olarak tarihe geçecek; kurulacak Tercüme Heyeti’yle devlet için çok yeni bir arayışı temsil edecekti.
Tercüme Heyeti, kendisiyle aynı dönemde atılan bir diğer çarpıcı adımın paralelinde gelişmişti. O güne kadar Batılı devletlerle ilişkilerini sadece gerektiği zaman elçiler göndererek yürüten Osmanlı ilk kez Paris sefiri görevlendirmişti. Batı’nın sürekli arayı açmasına artık bir dur demek için çarelerin arandığı XIX. yüzyıl ise özellikle askerî alanda yapısal bazı ıslahatlara girişildiği, Batı’dan ithal edilmek istenen bilgi ve tecrübe için tercümeye ciddiyetle müracaat edildiği yüzyıl olacaktı. II. Mahmut, 1839’da Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’nin açılış töreninde öğrencilere hitaben yaptığı konuşmada, “Burada Fransızca olarak fenni tıbbi tahsil edeceksiniz. Sizlere Fransızca okutmaktaki benim muradım Fransızca lisan tahsil etmek değildir. Ancak fenni tıbbı öğretip refle refle kendi lisanımıza almaktır. Hocalarınızdan ilmî tababetin tahsiline çalışın ve tedricen Türkçeye alıp lisanımız üzere tedavüle say eyleyin.” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2004, S. 86.) diyerek daha sonra yükselecek olan kültürel tercüme hareketinin de nüvesini teşkil eden tohumları saçmıştı. Osmanlıların Batı’ya duyduğu ilgi, başlarda devletin istikbaline dair endişelerden besleniyordu. 1832’de Hariciye Nezareti’nin denetiminde kurulan ve Bab-ı Âli’nin yabancı konsolosluklarla yazışmalarını yöneten Tercüme Odası, ilk tercüme hareketlerinin devlet eliyle kurumsallaşmasına zemin teşkil edecekti. Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa ve Şinasi gibi isimlerin çalıştığı Tercüme Odası, kimilerine göre Osmanlı aydınının doğum odasıdır. Tanpınar, “Yeni bir dünya görüşünün, yeni siyasi idealinin geliştiği çok ileri bir ortam.” olarak nitelendirir Tercüme Odası’nı. Orada görev yapan kişiler, Osmanlı adına Batı düşüncesiyle temas kuran ilk isimler olacaktı.
Tercüme Odası’ndan sonra aynı amacı daha ileri noktaya taşımak için kurulan Encümen-i Dâniş, üniversitelerde kullanılacak kitapları hazırlamayı da üstlenmesi bakımından dikkat çekicidir. Hilmi Ziya Ülken, amacın Avrupa’dakilere benzer bir akademi inşa etmek olduğunu söyler. Kısaca Tanzimat sonrası tercüme faaliyetleri kamusal bir amaçla yürütülmüş, bazı bilimsel eserlerin Türkçeye kazandırılmasına ön ayak olmuştur. Bu süreç beraberinde edebî çevirileri ve etkilenmeleri de getirmiştir. Medeniyet krizinin ilk olarak edebî çevrelerde ortaya çıkmasının bir sebebi de budur. XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde İsmail Habip Sevük’e göre aydınlanma dönemi felsefesini Osmanlı aydınının dikkatine sunan ilk metin Muhaverat-ı Hikemiye’dir. Altında Münif Paşa’nın imzası olan eser Voltaire, Fenelon ve Fontenelle’den on ayrı diyaloğu içerir.
Türk aydını, büyük bir kültürel ve askerî yıkımın akabinde Batı’nın entelektüel birikimiyle karşılaştığından bu birikime karşı genellikle sağduyudan uzak, yüceltici veya yerici ama her hâlükârda eski geleneksel özgüvenden eser taşımayan bir tutum sergilemiştir. Dünya klasiklerinin tercümesi, Tanzimat Dönemi aydınlarının gündemini epeyce meşgul etmiş, başta Ahmet Mithat Efendi olmak üzere, Cenap Şahabettin, Ahmet Cevdet ve Said Bey gibi isimlerin tartışmasına sebep olmuştur. Kimileri Batı edebiyatına hatta medeniyetine dâhil olmak için klasikleri tercümenin elzem olduğunu, kimileri dilimizin klasikleri tercüme edecek olgunluğa erişmediğini, kimileri ise klasiklerin başka medeniyetin ürünü olduğundan bizim bünyemize zarar vereceğini ve bu sebeple sadece erbabı tarafından okunması gerektiğini savunmuştur. (Prof. Dr. Ramazan Kaplan, Klasikler Tartışması, AYK Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1998, s. 48-51.)
Ahmet Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat gazetesinde (5 Eylül 1897) kaleme aldığı “Müsâbaka-i Kalemiyye İkrâm-ı Aklâm” başlıklı yazı, hem bir tartışmayı başlatması hem de dönemin aydınının düşünce dünyasını açık etmesi bakımından referans bir metindir. Klasiklerin modası geçmiş metinler olduğunu söyleyenlere cevap olarak, “Bizim için bu klasiklerin devri geçmiş olmak şöyle dursun henüz tamamıyla hulûl bile etmemiştir.” diyen Mithat Efendi bununla yetinmemiş; mütercimleri, okuru, dili ve kültürel iklimi yetersizlikle itham etmişti. Muallim Naci’yi “Mes’ûd-ı Harâbâtî”likten çıkarıp bir Jean Racine, bir Nicalos Boileau etmek için çok çaba sarf ettiğini, Naci’nin gayretine rağmen ne yazık ki Osmanlıca trajediye muvaffak olamadığını ve Naci’nin dönüp kendisine, “Biz henüz edebiyatın bu devrine gelmemişiz. Ne yapsak kaside çeşnisinden kurtulamıyor.” dediğini aktarır. Devamında ise biraz da onun sözlerinden cesaret alarak kendi fikrini ortaya koyar: “Biz hakikaten klasikler devrine henüz girmedik. Onun için diyorum ki Faustlar, Sidler, Andromaklar, Romeo Jülyetler gibi âsârı üdebâmız, şuarâmız henüz vücûda getiremeyeceklerinden hiç olmaz ise şimdiki hâlde tercümelerini olsun vücuda getirelim.”
Ahmet Mithat Efendi’nin yazısına cevap ertesi gün Ahmet Cevdet’ten gelir. İkdam’ın 25 Ağustos 1313 tarihli sayısında “İkram-ı Aklâm” başlığı altında bir yazı kaleme alan Ahmet Cevdet, her lisanın klasik eserleri olduğunu, Eski Yunan’ın, Roma’nın, Arap ve Acem’in, milel-i garbiyeden Fransızların, Almanların ve İngilizlerin “meşk ittihazına layık” eserleri bulunduğunu belirterek, “Lisanımızda klasik eserler yok mu?” diye sorar. Süleyman Çelebilerin, Sinan Paşaların, Nefilerin, Bakilerin, Cevdet Paşaların, Nacilerin “âsâr-ı fâhiresi”nin bizim klasiklerimiz olduğunu hatırlatır.
Cenap’ın kâbusu: Devr-i tufan
Mezkûr tartışmada Ahmet Mithat Efendi’ye bir itiraz da Cenap Şehabettin’den gelir. Tercüman-ı Hakikat’in 9 Eylül 1897 tarihli sayısında “Klasikler Meselesi” başlığı altında, nasıl ki her şahıs kendine mahsus bir şekilde çevresinden etkilenirse ve fikrî terakki tarzı kimseye benzemezse bir milletin edebî gidişatının da başka milletler için belirleyici olamayacağını savunur. Ona göre kimse kendi coğrafyasından ve sosyolojik bileşkesinden başka bir zeminden hareket edemez. Batılıların geçtiği yollardan geçmeye çalışırsak, fikrî anlamda onlara özenirsek mutlaka sendeler, mutlaka düşeriz. Bütün “mesâî-i masrûfemizin mahv ü heba olduğunu” görürüz: “Fransızların, İngilizlerin, Almanların birer gidişi; birer tarîk-i mahsûs-ı efkarı olduğu gibi bizim de hususi bir gidişimiz; husûsî bir râh-ı dimâğiyyemiz vardır; bu yolu da tayin etmeye, aramaya hacet yoktur; o kendi kendine ayaklar altına serilir.”
Cenap Şehabettin’in ifadelerinde, aslında yaşanan medeniyet krizinin, klasiklerin tercümesi üzerinden sürdürüldüğünü fark ediyoruz. Avrupa’nın “klasik âsârına” muhtaç olmadığımızı savunan Cenap Şehabettin, her milletin edebiyatının kendine mahsus bir tarzda, bir çizgide terakki edeceğini belirtir. Cebir, teşvik ve hatta kıyas beyhudedir: “Ayrıca üdebâ-yı hâzıramızın Avrupa’nın klasik muharrirlerinden muktedir olup olmadıkları bahsine gelince bunlar arasında münasebet yoktur ki mukayese mümkün olabilsin.” Edebiyatın müdahalelerle yol alamayacağını, bilakis tabii ve gayriiradî olarak kendi yolunu çizeceğini savunan yazar, literatüre “Cenap’ın Kâbusu” olarak geçecek olan felaket senaryosunu ortaya koyar: “Bir zatın ortaya çıkıp (…) biz Yunan-ı kadim edebiyyatını taklit ile başlamazsak hiçbir zaman Avar (L’Avare) gibi, Mantör (Le Menteur) gibi eser vücuda getiremeyiz, demesini intâc edeceğinden nihâyet öyle bir gayret bizi bir cereyan-ı makûs ile devr-i Tûfan’a kadar sürükler ki bu da pek acîp olur.”
Cenap’ın devr-i tufan kâbusu 15 yıl sonra Yahya Kemal ve Yakup Kadri tarafından “Nev Yunanilik” adıyla ciddi ciddi gündeme getirilecektir. Batı edebiyatını köklerinden yakalamayı amaçlayan akım neyse ki kısa zamanda başlatıcıları tarafından terk edilecek, geriye o ruhla yazılmış birkaç şiir ve metinden başka bir iz kalmayacaktır. Yunan ve Batı edebiyatı karşısında Türk edebiyatına yönelik küçümser yaklaşım Tanzimat Dönemi aydınlarının kaleminde zaman zaman ifade bulabilmiştir. Bunlardan en bilinenlerinden biri Namık Kemal’in Mukaddime-i Celal’de bizde edebiyatın Batı edebiyatı karşısında çocuk sayılabileceğini söylemesidir. Cemil Meriç’e göre Türk intelijansiyası zaten Yunan-ı Kadime karşı hürmetkâr bir tecessüs duymaktaydı. 1912’de Nev Yunanilik hareketiyle bu tecessüs yerini çılgın bir aşka bırakmıştı. (Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, 7. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2002. s. 13.)
Hüseyin Dâniş ise “Hiçbir lisanın reviş-i tabiîsi diğeriyle nispet kabul etmez. Şark garbı taklit edemez. Garp edebiyatı şarka pey-rev olamaz.” ifadelerini kullanır. Nasıl ki garp şarktan yaptığı tercümelerde malumatını derinleştirmek maksadını güdüyorsa şarkın da garbı ancak bu niyetle tercüme etmesi yararlıdır. Tartışmaya kendi zaviyesinden katılan bir diğer isim İsmail Avni’dir. Tercüman-ı Hakikat’in 15 Eylül 1897 tarihli sayısında “Klasikler ve Bahsin Bencesi” başlıklı bir yazı yazar. Taklitte kendi zevkimizi meydana getirmemiz gerektiğini, “kendi mâl-ı mevrûsları dahi olmayan” Fransız klasiklerinin öne çıkarılmasını yanlış bulduğunu belirten İsmail Avni, Arap ve Fars edebiyatlarının da böyle taklit edildiğini, bu nedenle “mey ve mahbûb bahislerinin hârice çıkamayan” bir edebiyatın oluştuğunu söyler. Ona göre Acem taklitçiliği yapanlar şimdi de bir diğer “çıkmaz yola”, Frenk taklitçiliğine meyletmektedirler.
İsmail Avni’nin Avrupa’dan ilgimizin kesilmesi hususundaki fikrine Ahmet Mithat Efendi itiraz eder. Ona göre Batı’nın birikimine yaklaşırken hiçbir ayrım gözetilmemeli, hepsi bilinmelidir. Avrupa’nın güzel yanlarını almak kaydıyla, “Bizce Frenk mukallitliği matluptur.” diyen Mithat Efendi, “Klasikler ve Hüseyin Sabri” başlıklı yazısında meramını daha sarih ortaya koyar: “Biz hep İstanbullu olmak istiyoruz. (…) Dinen Müslüman, siyaseten Osmanlı olduğumuz hâlde terakki ve tekemmül etmek istiyoruz. Başka türlüsünü gördüğümüz misallerden dahi anlayarak beğenemiyoruz.”
İki dünya arasında
Esasında klasiklerin çevirisi adı altında yürütülen tartışma, klasik Osmanlı aydınının, ulemasının çok uzağında bir düşünsel iklimin meyvesidir. Her şeyden önce muharebe meydanlarında yaşanan izmihlal hızlıca teknik alandaki geriliğin fark edilmesine, oradan da bütün entelektüel birikiminin sorgulanmasına ve bir kurtuluş umuduyla Batı’ya dönülmesine sebep olmuştur. Bugün bir savruluş olarak tabir edilebilecek bu sarsıntılar Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bir varoluş telaşından menkuldü: “Çünkü cemiyetimiz için ölmek veya garplılaşmak fikrinden birini derhâl ihtiyar etmek zarureti vardı.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1969, s. 79.) Tanpınar’ın bu yaklaşımının tarihsel, somut karşılığı vardır. Kaptan-ı Derya Halil Rıfat Paşa 1930’da, “Eğer Avrupa’yı taklide teşebbüs etmezsek bizim için Asya’ya dönmekten başka bir çare kalmadığına artık iyice inandım.” demiştir. (Edouard-Philippe Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye, Kaknüs Yay., İstanbul 1999, s. 12.) Batılılaşma gayretlerinin Türk toplumunun “yaşamak isteğinden” beslendiğini, yeni bir edebiyatın da bu saikla arandığını söyleyen Tanpınar, modern Türk edebiyatının bir medeniyet kriziyle başladığını tespit eder. Ona göre yaşananlar her şeyden önce bir dil krizidir. Tanzimat’tan beri toplum ve birey, nasıl ki hayatındaki ikiliğin doğurduğu bir benlik buhranı içindeyse Türk edebiyatı da bu türden bir ikiliğin içinde kalmıştır. Batılı eserler karşısında ürkekleşen, yüzünü Doğu’ya çevirir çevirmez kendilerini birdenbire zengin bulan ilk yenileşme dönemi aydınlarından bugün artık maziyi kendilerine çok uzak gören gençlere varıncaya kadar nesiller, “iki dünyalı olmanın verdiği huzursuzluğu” yaşamaktadırlar.
Münevverlerde kendi medeniyet değerlerine ve eserlerine karşı ortaya çıkan güvensizlik, beraberinde bir yoksunluk hissini getirecek, ortaya çıkan kültürel yılgınlık nesiller boyu farklı biçim ve muhtevalara bürünerek devam edecektir. Cemil Meriç, bu özgüven kaybının emperyal bir mühendisliğin ürünü olduğunu düşünür. Ona göre emperyalizm, tuzağa düşürmek istediği ülkeleri kültür aracılığıyla fethetmez, aksine kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder. Kriz, hayat pratiğinden düşünce biçimine kadar toplumun hemen her kesimine sirayet eder. Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç”i bu durumu en iyi izah eden kavramsallaştırmalardan biridir. Krizi gelenek ile modern dünya arasında kalarak yaşayan entelektüel, bilinçsiz bir “yamalama” yoluna gidecek, “birbirini tutmayan iki dünyayı bir bilginin tutarlı bütünlüğü içinde özdeşleştirmek için” çırpınmaya başlayacaktır. Böylece olgularda hiçbir karşılığı olmayan düşünceler toplumsal gerçeklikle çakıştırılmaya çalışılacak ve gerçeklik içi boş bir söyleme indirgenecektir. Bu trajik tutum, sanatta, kültürde ve edebiyatta eklektik, iki ayrı parçayı, o parçalardaki ruhsal irtibatsızlıkları görmezden gelerek, üzerini örterek bütünleştirmeye benzeyen, örtünün kaldırılması hâlinde ayrılığın, uyumsuzluğun kolayca ortaya çıkacağı bir melezliği ve elbette yüzeyselliği getirecektir.