Makale

TUTKU Kime Yakışır?

TUTKU
Kime Yakışır?

Halit Çelik

Mel Gibson, bol ödüllü olmasa da sinema seyircisi tarafından pek beğenilen oyunculuk kariyerinin ardından yönetmenliğe adımını attı, biliyorsunuz. Usta oyuncu, Cesur Yürek (Brave Heart) filmiyle aktörlük günlerinden mahrum kaldığı ödüllere fazlasıyla kavuştuktan sonra, bütün dünyada ses getiren filmi Passion of Christ (İsa’nın Tutkusu) sayesinde ününü iyice perçinleyecek gibi görünüyor. Kadınlar tarafından çok beğenilmesine karşın, bir Hollywood efsanesine göre inanılmaz derecede mazbut bir hayat süren Avustralyalı oyuncunun muhafazakâr aile hayatını tercih etmesinde, Katolik olmasının payının bulunduğu herkesin malumuydu. Fakat işin doğrusu, Gibson’un Hollywood tarihinin Hz. Isa üzerine yapılmış en görkemli filminin altına imzasını atacak kadar dini bütün bir Katolik olduğu bilinmiyordu.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bir Hollywood filmi olarak ele alındığında Isa’nın Tutkusu kesinlikle başarılı bir yapım. Bir filmin senaryo, görüntü, oyunculuk, müzik gibi unsurlarla beslenen bir anlatı olduğu dikkate alındığında film, kendine ait unsurları başarıyla harmanlayan ve seyircilerin beklentilerini karşılayan bir ürün olarak öne çıkıyor. Muharref incil’den beslenen senaryo, bir Hollywood anlatısı hâline getirilmiş ve bir sorunla karşılaşmadan rahatlıkla ilerliyor. Gibson, görüntünün etkileyici olması için özel gayret sarf etmiş ve işkence sahnelerini çok uzun tutarak başarısının keyfini çıkarmış. Oyuncular genel itibarıyla çok başarılı, filmi izlemeye karar verirseniz, özellikle Hz. Isa rolünde James Caviazel’e ve Maria Magdelena (Mecdeli Meryem) rolünde Monica Bellucci’ye dikkat etmenizi öneriyoruz. Bu iki oyuncu filmde kendi kapasitelerinin üst sınırına yaklaşmış dürümdalar. Ayrıca filmin müziklerini yapan john Deb- ney’in (ki kendisi de iyi bir Katolik olarak biliniyor) başarısına da değinmek lâzım. Müzikler özellikle işkence sahnelerinde seyirciyi yakalamayı başarıyorlar. İşin içine birde Katoliklerin Hz. İsa’nın (sözde) acısına karşı duyarlılıkları de eklenince filmin hâli hazırda üç kişiye kalp krizi geçirtmesinde müziklerin payının çok fazla olduğunu iddia etmek mümkün. Belki teknik anlamda filme, geleneksel Hollywood anlatı kalıplarının dışına hiç çıkmadığı şeklinde bir eleştiri yöneltmek mümkün. Fakat Mel Gibson’ın oyunculuk kariyeri süresince de kalıpların dışına çıkmak için özel bir çaba göstermediği düşünüldüğünde bu o kadar da önemli bir sorun olarak görünmeyebilir.
Diğer yandan film, Hollywood tarihinde taşların yerinden oynamasına sebep olacak bazı özellikler de taşıyor. Daha önce de Amerikan sineması Incil’in Hz. Isa’sına eğildi ve ses getiren pek çok yapım çıktı ortaya. Yunanlı yazar Kazancakis’in romanından uyarlanan The Last Temptation of Christ ve Hıristiyanlığın doğuş yıllarına ait bir hikâyenin anlatıldığı Ben Hur (başrolünde Charlton Heston’ın oynadığı film sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilmektedir) bu filmlerden yalnızca ikisi. Dolayısıyla Isa’nın Tutkusu filminin Hollywood’da taşların yerinden oynamasına sebep olacağına yönelik tahminimizin gerekçesini filmin ana hikâyesinden almıyor. Mesele daha çok hikâye anlatılırken ayrıntılarda görünen farklılaşma.
Gibson’ın filminde ayrıntılarda görülen farklılığın ne olduğu ve bu farkın Amerikan sinema tarihi açısından ne anlam taşıdığını daha açık şekilde ifade etmek için biraz geriye gitmemiz gerekecek. Hollywood, Amerikan siyasî tarihini takip edercesine, 1960’lara kadar WASP (White Anglo-Saxon Protestant / Beyaz Anglo-Sakson Protestan) çevrelerin hakimiyeti altındadır. Günümüz Amerika’sını kurmak için bu yeni kıtaya yönelen Protestan irade, kendini ülkenin asıl sahibi olarak gördüğü için her alanda egemenliğinin tadını çıkarmaktadır. Bu döneme kadar Amerikan tarzı hayat anlayışını sorgulayacak filmler görünmez meselâ Hollywood’da. 1960’larla birlikte bütün dünyayı etkisi altına alan muhalif hareketin Amerika için anlamı, ülkede WASP çoğunluk haricinde de insanların yaşadığının anlaşılması olur. İktidara karşı gösterilen direnç, ülkedeki tâli unsurların bir araya gelmesi sonucunu doğurur ve bu anlamda Katolikler, Siyahlar, Yahudiler ve (o yıllarda pek bir yekun tutmamakla birlikte) Müslümanlar Beyaz Protestan iktidara karşı güçlerini birleştirmek yoluna giderler. Siyasette bunun karşılığı görece muhalif bir yan bulunduğuna inanılan Demokrat Partinin yükselişi olur. Ve Amerika tüm zamanların tek Katolik başkanı John F. Kennedy’yi selâmlar. (Komplo teorilerine meraklı iseniz bu ailenin üzerindeki kem talih dikkatinizi çekmiştir, Kennedy sülalesinden politik kariyeri parlayacakmış görüntüsü veren herkes bir şekilde hayata veda etmek zorunda kalmıştır.)
Bu yönelimin Hollywood üzerindeki etkisi de aynı paralelde gelişmelerin yaşanması şeklinde gerçekleşmiştir. 1960’lı yıllar güç birliği yapan muhalif hareketin Hollywood’daki dengeleri sarstığı ve belki de Amerikan sinemasında en nitelikli örneklerin verildiği yıllardır. Ben Hur filminin aldığı ödüller dönemi anlamak için dikkate değerdir. İzleyenler hatırlayacaklardır filmde Charlton Heston’ın canlandırdığı Yahudi karakter, Roma zulmünden nasibini alır ve yurdundan sürgün edilir. Hz. İsa ile de bir şekilde yolu kesişen Ben Hur, Romalı komutandan intikamını aldıktan sonra bu yeni peygamberin müritlerinden biri olur. Filmdeki mesaj çok açıktır ve hem Hıristiyanların hem Yahudilerin gönlünü alıp bütün eleştiriyi Roma’ya, dolayısıyla baskıcı Amerikan sistemine göndermekten çekinmez. Denebilir ki film, etnik azınlıklardan oluşan Demokrat kanadın görkemli bir anlatısıdır ve bu anlatı Oscar tarafından da ödüllendirilir. Daha önceki yıllarda WASP yönetmenlerce çekilen ve Hazreti İsa’nın hayat hikâyesine göndermelerde bulunan filmlerde Yahudilerin açık şekilde kötü karakterler olarak gösterildiği düşünüldüğünde, filmin aykırı yapısı özellikle dikkat çeker.
Gelelim Mel Gibson’ın İsa’nın Tutkusu filminin taşları niçin yerinden oynattığı meselesine... Gibson, filmde Yahudileri muharref incil’de anlatıldığı şekliyle kötü karakterler olarak resmederek, 1960’ların sonunda Hollywood’da yeniden kurulan dengelerin bir kez daha gözden geçirilmesini gerektirebilecek bir tabuya el atıyor. Bu filmin, kökü neredeyse kırk yılı bulan sözünü ettiğimiz ittifaka zarar vereceği âşikar. Hatırlarsanız, Denzel Washington da Malcolm X gibi Amerika’da Müslümanlığı kadar Yahudi aleyhtarlığıyla da meşhur olan bir figürü filmde canlandırarak epey tepki çekmişti ve bu tepkiler, oyuncunun bir eşcinselin (Tom Hanks) avukatlığını yaptığı Philadelphia filmine kadar devam etmişti. Tahminimiz odur ki, Katolik yönetmen bir sene içerisinde kendini affettirebilecek bir film çekmediği takdirde, ya Hollywood’dan aforoz edilecek, ya da açık edilmemiş ittifakın sonu gelecektir.
Peki, bütün bunların ülkemizdeki Müslümanlar açısından değeri ne? Filmin adıyla başlayalım isterseniz. Açıkçası bir peygamber söz konusu olduğunda Passion (Tutku) kelimesinin hangi bağlamda kullanıldığına anlam veremedik. Bilirsiniz, "tutkulun bütün dillerde olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir anlamı vardır. Tutku, takıntıyı, saplantıyı çağrıştırır. Aşk, meselâ, olumlu bir şey iken aşkına kavuşmak için temiz olmayan yollara tevessül eden kişilerde maşukun takıntı hâline geldiği, aşkın tutkuya dönüştüğü yolunda yorumlar yapılarak olumsuz yönelimin altı çizilir, insanları hidâyete davet etmek için gönderilmiş bir peygamberin saplantısının, takıntısının olması, doğal olarak düşünülemez ve Gibson, Hz. İsa’nın görev aşkının şiddetini göstermek adına yanlış bir tercihte bulunmuştur.
Dahası, ifade etmek gerekir ki, Incil’in tahrif edildiğine inanan bizler için Mel Gibson’ın sadık uyarlaması da çok fazla önem taşımıyor. Yine de, Hz. İsa’nın işkenceler iyice yoğunlaştığı bir anda söylediği iddia edilen ve filmde de özellikle öne çıkarılan "Elohim, Elohim! Lama sabakhtani?" ("Tanrım, Tanrım! Beni niçin terk ettin?") cümlesinin bir peygamber için yakıştırılmasına anlam veremediğimizi özellikle belirtelim. Muhtemelen pek çok yerde, Mel Gibson’ın propaganda anlamında çok başarılı bir ürün ortaya koyduğuna işaret eden, bizim niye böyle filmler çekemediğimize hayıflanan yorumlarla karşılaşacaksınız. Filmin, propaganda anlamında hedefine ulaştığı konusunda bir şüphemiz yok. Fakat, açıkçası Müslümanların Peygamberlerini metâlaştırmamakla çok doğru bir iz üzerinde olduklarını düşünüyoruz. Belki bu anlamda Anthony Quinn’in başrolünü oynadığı Çağrı (The Message) filminde Yunanistan’dan irene Papas (Hind) dahil pek çok oyuncu rol almışken Türkiye’den hiçbir oyuncunun davet edilmemesi, olumlu bir nokta olarak değerlendirilebilir. (Filmi yöneten Mustafa Akad’ın daha sonra yönetmenlik kariyerini Carpenter’ın başlattığı korku filmi efsanesi Halloween’la sürdürmesi bir şeyleri açıklıyordur sanırım.) Son söz: Kendi peygamberlerine "tutku"yu yakıştıran bakışla aramızda bazı farkların ortaya çıkmasına sevinsek mi, üzülsek mi bilemedik...